Türkiye’de sınavların gölgesinden çıkmak neredeyse imkânsız bir hale geldi. Yılın üçte biri hazırlanmakla, üçte biri sonuç beklemekle, kalan kısmı da yeni sınavlara kaygı duymakla geçiyor. Bir çocuğun zihninde ‘merak’ dediğimiz şey, daha tam filizlenecekken çoktan test kitaplarının altına gömülüyor. Anne babaların zihninde ise tek bir soru dolaşıyor: “Sınavdan kaç net çıkardı?” Oysa eğitimin bizden beklentisi bu kadar dar olmamalı.
Son yıllarda Finlandiya’dan Güney Kore’ye, Kanada’dan Estonya’ya kadar birçok ülke, çocukların akademik başarısını hikâye kurabilme becerisiyle ölçmenin yollarını araştırıyor. Düşünün: Bir çocuk bir konuyu anlatamıyorsa, neden testte doğru cevabı işaretlemesini bekliyoruz? Üstelik hayatın kendisi hikâye değil mi? İş dünyasında bir projeyi anlatmak, bir topluluğu ikna etmek, bir fikri savunmak… Hepsi hikâye anlatıcılığının modern versiyonları.
Türkiye’de eğitim hâlâ “kaç doğru yaptın?” ekseninde dönüyor. Ama sınıfa bir adım atınca şunu görüyorsunuz: Çocuklarda merak bitmemiş. Sadece üzeri örtülmüş. Bir öğretmen bir masanın üzerine üç farklı nesne koyduğunda —mesela bir taş, bir kırık kalem, bir tüy— çocukların gözleri bir anda parlıyor. Çünkü onların dünyasında hâlâ hikâyeler var. Taşın hangi dağdan geldiğini, kırık kalemi kimlerin kullandığını, tüyün hangi kuştan kopmuş olabileceğini anlatmaya başlıyorlar.
Sorun çocuklarda değil; onlara hikâye kuracak alan açmayan sistemde.
Peki Türkiye’de hikâye odaklı eğitime geçiş mümkün mü? Evet, ama bunun için önce sınavları kutsal birer turnike olmaktan çıkarmamız gerekiyor. Bunu yaparken sınavları tamamen ortadan kaldırın demiyorum. Ama sınavın, eğitimin kendisi olmadığı gerçeğini kabul ederek başlamalıyız.
Hikâye odaklı eğitim, akademik bilgiyle duygusal zekâyı aynı masaya oturtmayı önerir. Örneğin tarih dersinde öğrenciden bir savaşı ezberlemesi değil, o dönemde yaşayan biri gibi mektup yazması istenir. Matematik dersinde bir problemi sadece çözmesi değil, problemi bir karakterin karşılaştığı günlük hayat hikâyesine dönüştürmesi beklenir. Fen bilgisinde çocuğa sadece “su döngüsü” öğretilmez; suyun buluttan damlaya uzanan yolculuğu bir macera olarak anlatılır.
Bu tarz eğitim modelleri dünyada sadece başarıyı artırmıyor; aynı zamanda şunu sağlıyor: Çocuk öğrenmekten keyif alıyor.
Türkiye’de sınav sistemi yıllardır öğretmeni de, öğrenciyi de, veliyi de yoruyor. Çok daha kötüsü, çocuklarımızın merak duygusunu törpülüyor.
Oysa hikâye odaklı eğitim, çocuklara şunu söylüyor:
“Anlat. Anlattıkça öğren. Öğrendikçe güçlen.”
Belki de Türkiye’nin eğitimde asıl dönüşümü, çocukların sesini yeniden duymaya cesaret ettiğimiz gün başlayacak.