Baskıcı İran rejiminin gölgesinde bir savaş

Ferhat ATİK Köşe Yazısı
25 Haziran 2025 Çarşamba

Ortadoğu’da yükselen duman, yalnızca roketlerin ve insansız hava araçlarının izini taşımıyor. Bu duman, aynı zamanda adaletin boğulduğu, özgürlüğün bastırıldığı, halkların yalnız bırakıldığı bir karanlığın da simgesi. İsrail-İran Savaşı, coğrafyanın kaderini belirleyen güçlerin çatışmasından öte, iki halkın ve çok daha fazlasının hayati haklarıyla ilgili derin bir yara açıyor. Ancak bu yazının konusu, İsrail’e yönelmiş her füzede “İran haklı” diyenlerin değil, İran halkına çevrilmiş kendi rejimlerine ait silahları fark edenlerin sesi olmak.

İran, yıllardır dış düşman tehdidi bahanesiyle kendi halkına karşı bir savaş yürütüyor. Kadınların kıyafetini kontrol eden devrim muhafızları, fikirlerinden dolayı hapsedilen akademisyenler, susturulan gazeteciler, idamla tehdit edilen muhalif gençler ve Şii ideolojisi dışında bir nefesin bile bastırıldığı bir rejim var karşımızda. İran’da özgürlük, bir lüks değil bir suç haline geldi.

İran’da yaşanan zulmü anlamak için yalnızca siyasal değil, psikolojik bir perspektife de ihtiyaç vardır. Dünyaca ünlü politik psikoloji dehası kabul edilen Psikanalist Prof. Dr. Vamık Volkan, ‘Körü Körüne İnanç’ adlı eserinde, bireylerin aidiyet arzusunun, dinî ya da ideolojik yapıların elinde nasıl bir körlüğe dönüştüğünü açıklar. Dr. Volkan’a göre, kimlik tehdit altındayken bireyler ‘büyük grup kimliği’ne tutunarak bir nevi zihinsel güvenlik arar. Bu da liderlerin, dini ya da ulusal sembolleri kullanarak halkı kolayca yönlendirebilmesine zemin hazırlar. İran rejimi de tam olarak bu psikodinamik yapıyı kullanmakta; dinî söylemi ‘büyük grup travması’nın sürekli canlı tutulması için araçsallaştırmakta, böylece halkın dikkatini dış düşmanlara yönlendirip içerideki baskıyı görünmez kılmaktadır.

Devrim sonrası nesiller, sürekli “Batı tehdidi” veya “Siyonist düşman” söylemleriyle büyütülmüş, böylece içerdeki sorunlara karşı körleştirilmişlerdir. Bu durum, rejimin kendi hatalarını saklayıp, baskı ve idam gibi şiddet araçlarını meşrulaştırmasını kolaylaştırır. Volkan’ın işaret ettiği gibi, böyle durumlarda halk, aslında “inandığı için değil, yalnız kalmamak için” inanmaya devam eder. Sonuç olarak bu inanç, umut değil korku üretir. İran’da din, artık ruhu aydınlatan bir değer değil; halkı susturmak için kullanılan bir yönetim silahına dönüşmüştür.

Körü körüne İsrail düşmanlığı yapmak yerine İran’ın kendi halkına Molla Darbesi’nden bu yana yaşattığı dehşete sadece sanat üzerinden ve sadece birkaç hatırlatma yapalım! 

İran’da sanat, yalnızca estetik bir üretim değil, aynı zamanda rejim tarafından kontrol altına alınması gereken bir tehdit olarak görülüyor. Bu baskının en sembolik örneklerinden biri, değerli dostum yönetmen Cafer Panahi’dir. Rejim karşıtı propaganda yaptığı gerekçesiyle altı yıl hapse mahkûm edilen Panahi’ye, 20 yıl boyunca film çekme, röportaj verme ve ülke dışına çıkma yasağı getirilmiştir. Yine yönetmen Mohammad Rasoulof, 2017’de bir yıl hapis cezasına çarptırılmış ve daha sonra, Mahsa Amini protestolarına destek verdiği için tekrar tutuklanmıştır. 

Bu zulüm sinemayla sınırlı değildir. Mahsa Amini protestoları sırasında viral hale gelen “Baraye” adlı şarkısıyla tanınan genç müzisyen Shervin Hajipour, halkın duygularına tercüman olduğu için tutuklanmış, şarkısı yasaklanmıştır. Oyuncu ve belgeselci Pegah Ahangarani ise 2009 ve 2011 yıllarında iki kez gözaltına alınmış, Batı medyasıyla ilişkileri nedeniyle seyahat yasağıyla karşılaşmıştır. Edebiyat alanında da baskı devam etmektedir; yazar Golrokh Ebrahimi Iraee, rejimin taşlama cezasını eleştiren yazıları nedeniyle altı yıl hapse mahkûm edilmiştir. Meclis üyelerini hicveden karikatürleriyle tanınan Atena Farghadani, çizimleri sebebiyle 12 yıl 9 ay hapse mahkûm edilmiş, cezaevinde açlık grevine gitmiş ve sağlığı ciddi biçimde zarar görmüştür. Bu arada İran’da hapisane bildiğiniz gibi değil. Futbol sahası gibi alanların altında penceresiz sahalar gibi düşünün.

Bugün İran, İsrail’le savaşırken, bölgedeki birçok kişi ‘küresel adalet’ söyleminin arkasına sığınıyor. Ancak gözden kaçan bir gerçek var: Adaleti dışarıda arayan bir rejim, içeride zulmü meşrulaştıramaz. Halkının sesini bastıran, düşünceyi suç sayan, dini bir zırhla baskıyı kutsayan bir sistem, hangi cephede olursa olsun özgürlük adına konuşamaz. Bu savaşın galibi, hiçbir şekilde adalet olmayacaktır; çünkü İran’ın politikası, önce kendi halkını düşman bellemiş bir otoriterliğe dayanıyor.

Ayrıca nükleer program meselesi, yalnızca bir güvenlik sorunu değil, aynı zamanda bölgesel bir felaket tehdididir. İran’ın şeffaflıktan uzak, denetime kapalı nükleer faaliyetleri, yalnızca İsrail için değil, tüm insanlık için tehlike arz ediyor. Rejimin ideolojik motivasyonla hareket ettiği bu alanda nükleer bir silaha sahip olması, otoriterliğin ve mezhepçi yayılmacılığın çok daha ölümcül bir boyut kazanması anlamına gelir.

Elbette bu savaşta taraf tutmak kolay. Ama mesele İsrail’in politikaları değil yalnızca. Mesele, İran gibi bir rejimin mazlum halkının arkasına sığınıp, baskıcı sistemini haklı göstermeye çalışmasıdır. Mesele, bombaların altında kalan masumların iki tarafta da olmasıdır. 

Gerçek adalet; barışçıl, özgürlükçü, halkını ezen değil yaşatan sistemlerle mümkündür. İran rejimi bu ölçüyle değerlendirildiğinde, ne içeride ne dışarıda bir adalet temsilcisidir. Kendi halkına zulüm etmiştir.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün