“Geceleri yatarken gökyüzüne bakıyorum ve düşünüyorum: Bu kadar şey olup biterken, hâlâ yıldızlar yerinde mi? Bu kadar kötülüğün içinde hâlâ bir yerde iyilik olabilir mi? Ama sonra kalbim fısıldıyor: Evet, olabilir… İnsan hâlâ iyi kalabilir.”
Anne Frank’ın günlüğünden yankılanan bu satırlar ne kadar da acı.
Bir çocuğun yazdığı cümleler bazen bir çağın çığlığı olabilir.
Anne Frank, gökyüzüne çıkamayan bir kuşun kalbiyle yazdı günlüğünü.
Her satırında biraz daha büyüdü, biraz daha sessizleşti dünya.
Bir tavan arasında, aylarca güneşi görmeden, sadece kalemiyle nefes alan bir çocuktu o.
Dışarda insanlar ölüyordu, içeride çocukluğunu gömen bir kız yaşıyordu.
Ve biz, yıllar sonra o kelimelerin arasından, hala insan olmanın ne demek olduğunu öğreniyoruz.
“İnsanlara rağmen, yine de kalbimde iyiliğe inanıyorum,” demişti Anne…
Nasıl olurdu bu? Babasının gözlerinin önünde götürüldüğü, annesinin açlıktan kıvrandığı bir yerde, nasıl hâlâ umut taşıyabilirdi?
Çünkü çocuklar, dünyanın en kırılgan ama en direngen şiiridir. Anne Frank, her sayfada insanlığa inancını değil, insanlığı yeniden inşa edecek cesareti fısıldadı.
Bugün, onun odasında güneş yeniden doğmuyor belki. Ama biz, onu okudukça, bir çocuğun sesiyle utanıyoruz suskunluklarımızdan. Çünkü asıl trajedi, ölüm değil; bir çocuğun gülüşünü fısıltıya dönüştürecek kadar korkak olmamız.
Anne’nın günlüğü bitiyor. Satırları tükeniyor. Ama soru orada kalıyor:
Biz o tavan arasına hiç uğradık mı?
Yoksa sadece dışarıdaki çığlıklarla ilgilendik de, içerideki fısıltıları unuttuk mu?
Bir tavan arası, bir kız çocuğu, bir kalem.
Dünya, bu üçlünün önünde hâlâ borçlu. Hâlâ utanç içinde.