NBA’in en genç ve en parlayan yıldızlarından biri…
Henüz 23 yaşında olmasına rağmen Houston Rockets’ta takımın omurgası hâline gelen, her maç istatistikleriyle gurur tablomuzu büyüten bir sporcu…
Ve en önemlisi: Dünyanın en büyük basketbol sahnesinde Türkiye’yi saygıyla, başarıyla ve doğal bir içtenlikle temsil eden bir genç.
Alperen Şengün’den bahsediyorum.
Geçtiğimiz günlerde YouTube’da yayınlanan ‘Off Day’ serisine katılıp İstanbul’u anlattığı programda, ekiple rakı–balık masasına oturdu diye, “Rakı milli içkimiz” dedi diye bazı çevrelerin hedef tahtasına oturttuğu Alperen.
Bir cümlenin, bir sohbet anının, bir İstanbul tanıtımının böylesine büyütülüp bir sporcunun “milli formayı hak edip etmemesine” kadar vardırılması gerçekten akıl alır gibi değil.
Alperen’in yıllardır sahada gösterdiği disiplin, Türkiye’ye kazandırdığı görünürlük, kısa sürede elde ettiği başarılar, tüm dünyada adımızı gururla duyurması bir anda çöpe atılabilir mi? Sanki hiçbiri önem taşımıyormuş gibi…
Oysa rakı–balık demek İstanbul demek.
Bu toprakların bir kültürü, bir sofra geleneği demek.
İstanbul’u anlatan bir programda bunun adı geçmesi kadar doğal ne olabilir?
Kaldı ki Alperen, bunu herhangi bir iddia veya tartışma yaratmak için değil, tamamen samimi bir şekilde söyledi. İçinden geldiği gibi, kendi kültürünü tanıttı. Yabancı izleyiciye İstanbul’daki bir akşam geleneğini aktardı.
Bugün İstanbul’un kahvaltısını, tarihini, sokaklarını, alışverişini, Boğaz manzarasını dünyaya bu kadar içtenlikle tanıtmak için milyonlarca lira harcayan kampanyalar yapıyoruz. Ama inanın, hepsi bir araya gelse bile Alperen’in bir günlük videoda yarattığı doğal etkiyi veremez. Çünkü onun anlatışı reklam değil; gönülden, olması gerektiği gibi.
Bizim yapmamız gereken bu genç yıldıza destek olmak, onu motive etmek.
O, her maç sonrası “Türkiye’ye selamlar” diyor.
Her başarıda bayrağını gururla gösteriyor.
NBA’deki her gelişimi ülkesinin adını bir adım daha yukarı taşıyor.
Şimdi soruyorum:
Türkiye’yi dünyaya tanıtmak için bu kadar çabalayan, ülkesinin kültürünü doğal bir dille anlatan bir gence bu tepkiler nereden çıktı?
Bir sporcuyu, hele ki ülkesinin evladı olan bir genci, bir cümle üzerinden linç etmek ne kadar doğru?
Alperen Şengün bugün Amerika’da forma giyiyor olabilir ama gönlü hâlâ memleketinde.
Onun bu samimiyetine, emeğine ve ülkesini temsil edişine minnettar olmamız gerekirken, ona yüklenmek haksızlık değil de nedir?
Alperen’in başarıları ortada:
NBA’de sezonun en çok gelişme gösteren oyuncuları arasında gösteriliyor hatta geleceğin All-Star’ı olarak anılıyor. Ve tüm bunları yaparken “Ben Türkiye’den geldim” demeyi asla unutmuyor.
Biz de onunla gurur duyalım.
Bir cümlenin değil, yıllardır ortaya koyduğu duruşun, emeğin ve başarıların değerini bilelim.
Alperen İstanbul’u gönülden anlattı; biz de ona aynı gönülden bir teşekkür borçluyuz.
Çünkü bazı şeyler para ile yapılmaz.
İçtenlikle yapılır.
Alperen’in yaptığı tam olarak budur.

Uğursuzluk mu tesadüf mü?
Bazı insanlar bazı insanlara gerçekten de ‘uğursuz’ gelir mi? Halk arasında sık duyduğumuz bu cümle, çoğu zaman hayatın açıklanamaz görünen tesadüflerine verilmiş kolay bir yanıt gibidir. Yine de kimi olaylar arka arkaya yaşanınca, insan ister istemez durup düşünmeden edemiyor.
Son dönemde adını sıkça duyduğumuz ‘Sen Anlat Karadeniz’ dizisi ile yıldızı parlayan oyuncu İrem Helvacıoğlu ve eşi Ural Kaspar’ın başına gelenler tam da böyle bir sorgulamayı tetikliyor. Önce denizde küçük bir çocuğun eğlenirken istemeden oyuncunun kafasına düşmesi sonucu boynunun geriye kayması, ardından ekim ayında Bağdat Caddesi’nde yaşanan o şoke edici trafik kazası… Bir motorun kontrolünü kaybedip bir araca çarpmasının ardından adeta havalanıp kaldırımda bebekleriyle yürüyen çiftin üzerine uçması…
Gerçekte ne ‘uğursuzluk’ soyuttur ne de ‘şans’ tamamen masal. Modern şehir hayatının hızında, dikkatsizliklerin çoğaldığı kalabalıklarda ve giderek artan trafik yoğunluğunda benzer olaylar neredeyse her gün yaşanıyor. Ancak gündemde olan bir yüzün yaşadıkları daha çok görünür, daha çok konuşulur oluyor. Biz de bu görünürlüğün içine duygularımızı, inançlarımızı ve kadere dair yorumlarımızı katıyoruz.
Hayat bazen çok ince çizgilerden ibaret. Bir saniyelik gecikme, bir adımlık mesafe, bir şans anı… Hepsi kaderin parçası gibi duruyor.
Elbette tüm bu yaşananlar, ilişkiler üzerine de bir kapı aralıyor. Eğer iki insan birbirine istemeden de olsa kötü enerji taşıyorsa, belki de başka yollara yürünmesi gerektiğini fısıldıyordur hayat. Kader bazen kelimelerle değil, yaşattığı sarsıntılarla konuşur. Belki de bu tür talihsizlikler, görünmeyen bir mesajın, farklı bir yön değiştirmenin ya da içsel bir yüzleşmenin habercisidir. Bazen en doğru karar, hayatın söylemek istediklerini duymaya cesaret etmektir.