Geçenlerde notlarımı gözden geçirirken bir süre önce yazdığım şu söze takıldım:
Diyojen’den bu yana, ne yazık ki hiçbir şey değişmemiş: Hâlâ kalabalıklar içinde insanı arıyoruz!
Elbette ki, yalnızca dış görünüşüyle değil, erdemleri ve davranışlarıyla örnek olan insanı!
Bu söylediğime karşılık, ünlü İngiliz yazarı Charles Dickens’in, ‘İki Şehrin Hikâyesi’ romanında geçen şu sözünü anımsadım: “Ne çok insan ve ne büyük ıssızlık!”
Gün boyu birlikte olduğumuz, birçok şeyi paylaştığımız insanları düşünüyorum: İçlerinden kaçıyla gerçek anlamda konuşabiliyor, anlaşabiliyor, uyum sağlayabiliyoruz; belki üç, beş kişi, kim bilir? Onların dışında yalnız oluyoruz ya da öyle hissediyoruz; zorunlu olarak belki de kendi seçimimizle… Günümüzde arkadaş tanımı sanal ortamlara taşarak sıradanlaştıysa da, ilişkilerdeki beklentilerimizi daha çok dostluğun sınırları içinde arıyoruz.
Türk Dil Durumu, 2024 yılında, bir milyona yakın kişinin katılımıyla bir halk oylaması gerçekleştirdi. Bu yapılan oylamada, yılın sözcüğü / kavramı olarak ‘kalabalık yalnızlık’ın seçildiği açıklandı. Bu kavramı oluşturan sözcükler birbirinin karşıtı gibi görülebilir. Oysaki insanların gündelik yaşamlarında, kurdukları ilişkilerde bu durumun ortaya çıktığını belirtiyorlar. Gerekçeyi biraz daha açtıklarında şunu söylüyorlar:
“Sosyal medya ortamında takipçi, beğeni sayılarının önem kazanması, sözde kalabalık bir ortam oluşturulması yalnızlık hissine çözüm gibi algılansa da, bu hissi artıran bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Diğer yandan hayatın giderek artan hız ve insan hareketliliğiyle birlikte, toplumsal ilişkilerin zayıflamasıyla aralarında bağ kurmakta zorlanan bireyler, kendilerini kalabalıklar içinde yalnız hissetmektedirler. Bireyin çevresinde insan sayısının fazla olması, kendisinin yalnızlık hissetmediği anlamına gelmemektedir. Nitekim aynı ev içinde aile bireylerinin olması, aynı yemek masasında yalnız hissetmeyi engellememektedir.”
Bir arkadaşım anlatmıştı. Çocuklarını, torunlarını evine çağırdığında, yemek öncesi ilk işi onların cep telefonlarını toplamakmış. Bunu yapmadan aynı sofrada olsun birbirlerinin yüzlerini görememekten, seslerini duyamamaktan yakınıyordu. Teknolojinin getirdiği sınırsız olanakları elbette ki yadsımıyorum, ancak Türk Dil Kurumu’nun tanımladığı kalabalık yalnızlığı da hepimizin farklı şekillerde yaşadığını söylemek istiyorum. Bu kavramı, büyük bir çoğunluğun oyuyla seçilmiş olmasına karşın, kendi payıma şöyle tanımlardım:
İnsanlar içinde tek başına!
Şükrü Erbaş, ‘Otların Uğultusu Altında’ şiirinden birkaç dizeyi anımsatayım:
“Yalnızlık ve kalabalık / Öyle mi… / İki ağızlı bıçağı insanın / Yüreğin büyük dilemması / Hiçbir yere sığmayan bir yabancılık / Büyük can sıkıntımız.”
Ne denli yalnızlığımız içinde ne çok insan diye yakınsak da, çağın gerçeklerini görmezden gelemiyoruz.