Biyoiktidar

Riva DUVENYAZ Köşe Yazısı
5 Kasım 2025 Çarşamba

Bir konserde bulundum geçen hafta sonu: Lady Gaga: Mayhem Balosu.

Yıllardır süren Coldplay çılgınlığını unutun! Bütün stadyumu içine alan meşhur ışık şölenine opera motifleri katan Lady Gaga sahnede tüyler ürperten tınılarla adeta bir rock, pop ve neredeyse heavy metal divası olduğunu kanıtladı. Kendini çoğalttı, 155 cm boyu ile tematik bir şölen yarattı. Canlı, abartılı, komik, dramatik bir şekilde.

Birçok eleştirmen turneyi şimdiden yılın gösterisi olarak nitelendiriyor. İzlediğim için şanslı hissediyorum. Kılıktan kılığa girişi, gotik korselerden masum jean ve tişörtlü piyano solosuna geçişi yapaylıkla gerçeklik arasında fütursuzca gezinmesi etkileyiciydi.

Lady Gaga’dan bahsederek başlamamın sebebi var tabii…

Kariyerinin en başından beri Lady Gaga, LGBT+ topluluğunun güçlü bir savunucusu. ‘Born This Way’ ve ‘Poker Face’ gibi şarkılarında kendini sevme ve kabullenme, özgün kimlikle gurur duyma, toplumsal beklentilere karşı durma temalarını işliyor. Özellikle ‘Born This Way’, kendini olduğu gibi sevme mesajıyla dünya çapında bir kabul marşı hâline gelmiş durumda. Aynı adla anılan bir vakıf bile var.

Ancak ben sanatta kategoriler yaratılmasını sorgulamak isterim. Örneğin LGBT+’yi destekleyen şarkıcının öne çıkması, film festivallerinde kadın yönetmenlere özel ödülü verilmesi, queer sinema kategorisi, edebiyatta göçmen hikâyeleri gibi kategorilerin oluşturulması, başlangıçta temsil edilme arzusu ile meşru görünse de uzun vadede sanatı araçsallaştıran, kimliği estetiğin önüne koyan, dolayısıyla estetik özenin yerini politik doğruculuğa bırakan bir çerçeve inşa ediyor. Kategoriler, özgürleştirici görünen ama aslında sanatı kimlikler üzerinden tasarlayan bir ‘woke’ sapmaya dönüşüyor.

Bu analizi Film Anlatıcısı hocam Mehmet Sindel’in bir yazısından aldığım bakış açısı ile anlatmak isterim. Sindel, güç arayışında olanların sanatı kullanarak Foucault’nun dile getirdiği tarz içten dışa bir baskı oluşturduğunu yazmıştı. (Fuko okunuyor)

Foucault'nun ürettiği bir terim var: Biyoiktidar: Biyoiktidar, güç sahibi zümrenin insanların bedenleri ve hayatları üzerinde kurduğu sistemdir. Burada iktidar sadece siyasi değil, aynı zamanda kurumsal ve ailesel gücü temsil ediyor.

Eskiden iktidarlar daha çok ‘cezalandırma’ gücüyle ilgiliyken, biyoiktidar ‘yaşatmak ve düzenlemek’ gücüyle ilgili. Yani iktidar artık insanların nasıl yaşadığına, sağlığına, doğurganlığına, eğitimine, çalışmasına ve bedenini nasıl kullandığına kadar karışıyor.

Modern iktidar, yasaklamaktan çok üretiyor. Kimlikler üretiyor, normlar koyuyor. Bunlar, özgürleştirici görünen ama aslında bireyi etiketleyen taktikler.

Kısacası biyoiktidar, insanların yaşamını yönetme ve düzenleme gücü…

Foucault’ya göre biyoiktidar tüm toplumun kontrol edilmesini sağlayan bir metot yani bedenler üzerine kurulan iktidar. Biyoiktidar sayesinde artık iktidar tek tek bedenlerde var oluyor, tek tek insanlara hükmediyor ve böylece her bireyi bir kontrolör haline getirerek iktidarı dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya doğru yayıyor.

Bana göre de sanatın görevi, kimlikleri temsil etmek olmamalı. Kimlik üzerinden yapılan okumalarda evrensellik yok oluyor. Bu yüzden sanatçıların bir zümre veya alt kimliğe eğilmesine prim vermesine sıcak bakmıyorum. Biyoiktidarın yapmaya çalıştığını bozmak sanatçının elinde…

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün