Tüm dünya Mısır’da imzalanan barışa odaklanırken ABD Başkanı Donald Trump’ın Nobel Barış Ödülü’nü alamamasını da konuşuyor.
Gazze’de iki yıldır süren korkunç savaşı Türkiye, Katar ve Mısır’ın da yardımlarıyla sona erdirmesi, Gazze halkının mağduriyetinin sona ermesini ve İsrailli rehinelerinin evlerine dönmesini sağlaması ve en önemlisi 100 yıllık sorunu, onlarca yıl sonra tekrar ama bu kez tüm dünyanın desteğini alarak orta vadede de olsa çözecek bir barış planı ile çözüm yoluna sokması, hiçbir lidere nasip olmamıştı…
Uber-zengin kesim haricinde, Amerikan ve dünya elitlerinin, solun, liberallerin sırtını döndüğü, geçmişi gri pürüzlerle dolu, demokrasiye olan soğukluğu ve otoriter eğilimlerle dolu narsistik bir karaktere sahip olan Donald Trump’ın, aniden nasıl olur da Nobel Barış Ödülü alma noktasına geldiğini dünya soruyor bugünlerde.
Oysaki, Donald Trump 2016 seçimleri sırasında Washington'da yaptığı ilk dış politika konuşmasında, "Diğer başkan adaylarının aksine, savaş ve saldırganlık benim ilk içgüdüm olmayacak" demiş biriydi. "Bir süper güç, ihtiyat ve itidalin gerçek bir güç göstergesi olduğunu anlar," diye de eklemişti.
Irak'ın işgalini ılımlı bir şekilde desteklemiş olmasına ve 11 Eylül'den dolayı birilerini cezalandırmak için yapılan coşkulu vatanseverlik çabalarına rağmen, daha sonra bunu “şimdiye kadar alınmış en kötü karar” olarak adlandıracaktı.
Mayıs ayında, Neoconlar’ın ‘fiyaskolarını’ kınarken şöyle diyecekti: “Farklı milletlerden, dinlerden ve inançlardan insanların birbirlerini yok etmek yerine birlikte şehirler inşa ettiği bir geleceğe inanmak istiyorum.”
Görüldüğü üzere Trump’ın, savaşı pek benimsemediği anlaşılıyor. Her ne kadar İran’ı bombalamış olsa da, Venezuela’dan kaçak gelen ve uyuşturucu taşıyan gemilere saldırsa da savaşı çoğunlukla zaman ve para kaybı olarak görüyor. Oysaki aynı zaman ve parayı, Gazze'de sahil şeridinde ticari etkinliklerle dolu mülkler inşa etmek için kullanılmasının daha rasyonel olduğuna inanıyor.
***
Trump’ın görünürdeki ve şimdilik başarısı geleneksel liderlikten uzak bir üslupta aranabilir. Post modern akıma uyumlu olarak, öngörülemez, kişisel ilişkileri merkeze alan ve diplomatik normlara uymayan bir tarzdır söz konusu olan.
Geleneksel diplomasinin tıkanıklığını bu üslupla aşıyor. Zira liderleri etkileyen post modern dünyanın halkları, statükodan bıkmış durumdalar. Politik doğruculuktan ne kendilerine ne dünyaya fayda gelmediğine inanmış durumdalar.
Özellikle küreselleşme yüzünden yoksullaşmaya başlayan ve kendilerini ‘kaybeden’ olarak görmeye başlayan düşük eğitimli ile orta-alt ve orta sınıf kesimler Trump gibi, düzeni sarsacak ve yerleşik teamülleri kırıp kısa yoldan sonuç almaya odaklı politikaları benimseye başlamış durumdalar.
Trump'ın bir başka özel hatta benzersiz yanı, özellikle dış politikayı ‘iş adamı’ zihniyeti ile yönetmeye çalışması. Diplomasiyi bir ‘anlaşma’ olarak görüyor, duygusal ideallere değil, karşılıklı kazanca, ‘kazan -kazan’a odaklanıyor. Obama gibi konuşma odaklı veya Biden gibi geleneğe bağlı ama sonuç alamayan liderlerden farklı bir liderlik peşinde koşuyor. Bugüne kadar ABD dış siyasetinin yumuşak karnı olan Arap ülkeleriyle ilişkilerde çok farklı bir profil çiziyor. Arap liderlerinin de özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği liderlerinin İran korkusu kaynaklı pragmatizmini yakalarken, onlarla muazzam anlaşmalar imzalamayı başarmış durumda.
Bunun yanında, ülkesinin gücünü arkasına alarak askeri tehditlerde bulunmak yoluyla, ‘güçlü adam’ imajı yaratması muhataplarını teslimiyet noktasına kadar götürmekte.
Ünlü Amerikalı yazar ve gazeteci Thomas Friedman kendisi için şöyle diyor:
“Trump'ın yaklaşımını şu şekilde açıklayabilirim:
‘Kim olduğunuzla ilgilenmiyorum; sizi yaptıklarınıza göre yargılayacağım. Eğer istediğimi ve ihtiyacımı karşılarsanız, harikasınız; eğer yoluma taş koyarsanız bedelini ödetirim.’ Demokratlar, genel olarak, barış adına da olsa, ahlaki kayıtsızlığı zorunlu diplomasiyle birleştirmede pek başarılı değiller. Bu, Trump'ın doğasında var. Dolayısıyla Ortadoğu liderleri onu kendilerinden biri olarak görüyor.”
***
Eğer Ortadoğu’da onlarca yıl süren savaş, kan ve kaos yıllarını bitirecek gerçek ve kalıcı bir barış gerçekleşirse, hele bölgede ABD ve diğer kimi ülkelerin gözetimi ve yardımıyla istikrarlı bir Filistin Devleti’nin kurulmasına yol verecek siyasi, sosyal ve ekonomik atılımlar yapılırsa Trump bir değil, birden fazla Nobel Ödülü almaya hak kazanmalı.
Ancak Trump’ın, dünyada birleştirici ve barışa yönelik bir siyaset güderken kendi ülkesinde aynı davranışı göstermemesi, onun benzersiz profilinin bir başka bilinmezliği olsa gerek.
Anayasa ile oynaması, mahkeme kararlarına direnmesi, Demokrat eyaletleri kaçak göçü önleyemedikleri nedeniyle askeri güç göndermekle tehdit etmesi, eski Demokrat liderlere ve dolayısıyla seçmenlerine akla hayale gelmeyecek bir itibarsızlaştırma stratejisi yürütmesi, aşı karşıtı sağlık politikaları yürütmesi ve en son Savunma Bakanlığı’nın ismini ‘Savaş Bakanlığı’ olarak değiştirmesi, onunla ilgili soru işaretlerinin devam ettiğini gösteriyor.
Bu nedenle Trump, dünyada pragmatik bir siyaset güderken, siyasi ve ticari çıkarlara yönelik birleştirici bir rol üstlenirken, ülkesinin içinde popülist ve kimi zaman çok sert retoriğiyle, kutuplaştırıcı tavırlarıyla, var olan kültürel ve ideolojik uçurumları geri dönülemeyecek bir şekilde derinleştiriyor olabilir.
Zira Trump profiline göre, dış siyasette önemli olan çıkarlardır. İç siyasette ise, kimlik siyaseti ve bunun sayesinde, seçimler yoluyla iktidarını sürekli kılma arayışlarıdır…
Trump’ı büyük bir dikkatle izlemeye devam edeceğiz.
Zira şimdiden, başarılı olsun veya olmasın 21.yüzyılın açık ara en ayrıksı, en tartışılır lideri olmuş durumda.
Dünyanın bekası ve kalıcı barış adına başarılı olması, yegâne temennimiz elbette…