Elimdeki kitabın sayfaları arasına dalmışken, zaman üzerine yazılmış bir paragraf, durup düşünmeme neden oldu. Bugüne kadar bu konuyu denemelerimde yeterince sorgulamış, hayatın getirdikleriyle birlikte sanat ve edebiyatın kıyılarında dolaşarak düşündüklerimi paylaşmaya çalışmışım. Kuşkusuz zaman konusunda kalem oynatan, beni bu konuda yazmaya kışkırtan yazarları göz ardı etmeden… Nitekim bugün de böyle oldu. Sözünü ettiğim kitap, Elif Şafak’ın ‘Gökyüzünde Nehirler Var’ adlı keyifle okuduğum romanı. Yazar kitabın bir yerinde zamandan söz ediyor. Hikâye zamanının saat zamanından farklı olduğunu söyledikten sonra şöyle diyor:
“Saat zamanı, ne kadar dakik olduğunu iddia ederse etsin, bozuktur ve aldatıcıdır. Her şeyin istikrarlı bir şekilde ilerlediği, dolayısıyla geleceğin her zaman geçmişten daha iyi olacağı yanılsaması altında işler. Hikâye zamanı, barışın kırılganlığını, koşulların gelgeçliğini, gecede gizlenen tehlikeleri anlar ama aynı zamanda küçük iyilikleri de takdir eder. Bu yüzden azınlıklar saat zamanında yaşamazlar. Hikâye zamanında yaşarlar.”
Bu satırları okuyuncaya değin, zamanı çok farklı nitelendirmelerle ele almış, bu iki tanımı hiç düşünmemişim. Bu yüzden kitabın bu sayfasına geldiğimde, ayracını koyup kapağını kapattım, yazarın söyledikleri üstüne yoğunlaşmaya çalıştım:
Saat zamanı, hikâye zamanı!
Gündelik yaşantımız içindeki çalışmalarımızı, sosyal ilişkilerimizi, iş hayatımızı saat zamanıyla düzenliyor, ölçüyor, değerlendiriyoruz. Bu zaman, tümüyle doğadan bağımsız, insan eliyle, sayı ve ölçümlerle belirlenmiştir. Gün içindeki anlar! Hayatımızı o saat sayılarının sınırları içinde düzenliyoruz desek, abartmış sayılmayız. Bu akış içerisinde doğru zamanda yer alabilmek için kendimizi koşullandırıyor, yerleşik kurallara ayak uydurmaya çalışıyoruz. Öyle ki sabah gözlerimizi açtığımız andan başlayarak gün boyu sürekli bir yere yetişme, belirli bir zamanda, belirli bir işi yapma çabası içinde bulunuyoruz. Kısacası doğanın zamanına yeterince kulak asmadan, tümüyle saat zamanına bağlı, bağımlı oluyoruz. Bu yüzden de birçoğumuz, daha kendi zamanımızın, bir başka deyişle hayatımızın anlamını sorgulayamadan bu dünyadan göçüp gidiyoruz.
Şafak’ın sözünü ettiği hikâye zamanı, yalnız bulunduğumuz anı değil, geçmişle geleceği de içermektedir. Bunun içinde saatin belirlediği sayılar, ölçümler yoktur. Dile gelen, belleğin ve kurduğumuz düşlemlerin zamanıdır.
Yaşanmış kimi olaylar belki bir anda gerçekleşmiştir. Oysaki bunlar anlatıldığında saatler ya da sayfalar yeterli olmayabilir. Çünkü o anlatıma duygu, düşünce ve hayallerimiz de eklenmektedir. Bu süreç içerisinde zaman etmeni ortadan kalkmakta, bir hikâyeye dönüşmektedir.
Ben asıl yazarın vurguladığı bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Azınlıklar saat zamanında değil, hikâye zamanında yaşarlar!
Bu, bir azınlık psikolojisinin getirdiği bir olgu mudur, yoksa bir var olma içgüdüsü mü?
Doğrusu düşünmeye değer!