Yeni bir cadı avı mı?

Hayati MOLİNAS Köşe Yazısı
1 Ekim 2025 Çarşamba

McCarthycilik, 1940’ların sonu ile 1950’lerin başında ABD’de ortaya çıkan yoğun antikomünist suçlama ve soruşturma dalgasıdır. Adını Wisconsin’li senatör Joseph McCarthy’den alır. O yılların ‘Kızıl Korkusu’, vatandaşları, sanatçıları, bürokrasiyi ve entelektüelleri hedef alan geniş çaplı bir korku dalgasıydı. Sonuçları ise hem insani hem kurumsal açıdan yıkıcı oldu.

O dönemin en trajik olaylarından biri Julius ve Ethel Rosenberg’in idamıydı. Davada savcılık ekibinde yer alan Roy Cohn, idam cezasının talep edilmesinde etkili oldu ve sert tutumuyla dikkat çekti. Cohn, 1970’ler ve 1980’lerde Donald Trump’ın avukatlığını yapıp yakın danışmanı oldu. Genellikle saldırgan savunma taktikleri, rakipleri kamuoyunda itibarsızlaştırma ve asla suçluluğu kabul etmeme yaklaşımlarıyla tanınıyordu.

McCarthycilik, McCarthy’nin 1957’deki ölümünden sonra da ara ara Amerikan siyasetinde yankı buldu. Yöntemlerin bazıları zaman içinde evrilse de refleksler benzer kaldı. Fark şu: 1950’lerde başkanlık yetkileri bugünkü kadar merkezi değildi. Ayrıca kullanılan araçlar ve mecralar da farklıydı.

Bu tarihsel mercekten bakınca, son iki haftadaki olaylar daha net görülebiliyor. İki hafta önce sağcı genç aktivist Charlie Kirk Utah’taki bir üniversitede suikasta kurban gittti. Ardından Başkan Yardımcısı J.D. Vance, yönetime karşı olduğunu iddia ettiği sol ve demokrat gruplara sert sözlerle yüklendi. “Şiddeti kışkırtan, kolaylaştıran herkesin peşine düşeceğiz” dedi.

Bu arada Kirk’ü öldürmekle suçlanan kişinin motivasyonları hâlâ inceleniyor. Devletin savcıları, adamın tek başına hareket ettiğini iddia ediyor. Yine de bazı üst düzey isimlerin bu olayı demokrat görüşlü muhalifleri şeytanlaştırmak için kullanması dikkat çekiyor.

Bu olaydan çok önce Trump yönetiminin muhalifleri sindirmek için devlet araçlarını kullanma eğilimi zaten artıyordu. Ocak’tan beri Beyaz Saray, bazı üniversitelere, medya şirketlerine, hukuk firmalarına ve ticari şirketlere karşı eş zamanlı karalama kampanyaları yürütüyor. Kamu sektöründeki tasfiyeler tasarruf gerekçesiyle açıklansa da birçok kişi bunun gerçekte muhalifleri saf dışı bırakma amacı taşıdığını iddia ediyor.

Bu eğilim hukukçuların ve akademisyenlerin de gündeminde. Örneğin ABD Anayasa Hukuku uzmanı Erwin Chemerinsky, “[Trump] muhalefeti susturuyor,” diyerek kaygıyı açıkça dile getiriyor. “McCarthy dönemi benzetmesi tam da burada gündeme geliyor.”

Bu yaklaşıma somut örnekler de ekleniyor. Geçen haftalarda Trump, The New York Times’a 15 milyar dolarlık bir iftira davası açtı ve gazeteyi Demokrat Parti’nin sözcüsü olmakla suçladı. Daha önce ise sağcı medya patronu Rupert Murdoch da dâhil olmak üzere The Wall Street Journal’a, Trump’ın Epstein’a gönderdiği mektupları ortaya çıkardığı için 10 milyar dolarlık dava açılmıştı. Bu tür hukuki hamleler basın üzerinde bir baskı yaratıyor.

Baskıların etkisi ekranlara da yansıdı. Popüler talk-show sunucuları hedef alındı. Programlarında sık sık Trump’ı ti’ye alan Stephen Colbert ve Jimmy Kimmel kanallara yapılan baskılar sonucu susturuldular. Ve çok gecikmeden Federal İletişim Komisyonu Başkanı Brendan Carr, Trump’a karşı olan televizyon kurumlarının yayın lisanslarının iptal edilebileceğini öne sürdü.

ABD’de son otuz yılda yaşanan toplumsal kırılmalar, siyasetin her iki kanadında da karşılık buldu. 1990’lardan itibaren demokratların aşırı liberal politikalarının öne çıkması, ekonomik ve kültürel kaygıları olan geniş ve öfkeli bir sağ seçmen yarattı. Bu öfke zaman içinde organize bir harekete — MAGA gibi bir akıma — dönüştü. Bugün bu hareket iktidarda ve kendinden olmayanları dışlıyor; özellikle kamu kurumlarına erişimlerini kolayca sınırlandırabiliyor. Yargı, medya, üniversite ve şirketlere yönelik karalama kampanyaları, muhalif sesleri bastırıyor ve doğal olarak ifade özgürlüğünü kısıtlıyor.

Bu tablo göz önüne alındığında, mesele artık bireysel tartışmaların ötesine geçiyor. Bu dönemeçte asıl sorun, demokratik normların, hukukun üstünlüğünün ve kamusal alanın korunmasıdır. Amerika’nın uzun yıllar güçlü olan yanlarından biri, kuvvetler ayrılığı mekanizmasının çalışmasıydı. Bu mekanizma, ülkeyi çok kutuplu dünyada diğerlerinden ayırdı ve uluslararası arenada çekiciliğini artırdı.

“Amerika önce gelir, demokrasi sonra gelir” diye bir yaklaşım kabul edilmemeli. ABD, istikrarlı ekonomik sistemine ve demokrasisine duyulan güven sayesinde bugüne kadar büyük sermaye akımlarını çekebildi. Bu güven zedelenirse, ülkenin ekonomik çekim gücü zayıflayabilir, dolayısıyla küresel liderlik konumu darbe alabilir. İşte o zaman Çin’e liderliği kendi elleriyle teslim etmiş olur.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün