Geçtiğimiz haftalarda Amerika Birleşik Devletleri, Venezuela kıyılarına büyük bir askerî yığınak yaptı. Beyaz Saray bunun bir ‘uyuşturucu operasyonu’ olduğunu açıkladı. Ama yedi savaş gemisi, bir nükleer denizaltı, iki binden fazla deniz piyadesi ve cruise füzeleriyle uyuşturucu baskını yapmak, sivrisinek öldürmek için alev makinesi kullanmaya benziyor.
Venezuela’nın tarihi hep dış güçlerin gölgesinde geçti. 1498’de Kolomb’un gelişiyle başlayan İspanyol hâkimiyeti, kakao ve kahve tarlalarıyla şekillenen ağır bir sömürge düzeni kurdu. 1821’de Simón Bolívar önderliğinde bağımsızlık kazanıldı. Önce “Büyük Kolombiya” adlı birleşik devletin parçası oldu (Kolombiya, Ekvador ve Panama ile birlikte). 1830’da ayrılarak bağımsız Venezuela Cumhuriyeti kuruldu.
Sömürgecilik mirası, bağımsızlıktan sonraki yüzyılda da ülkenin kaderini şekillendirmeye devam etti. Bu dönemde petrol, ülkenin hem en büyük nimeti hem de en ağır yükü oldu. Zengin rezervler Venezuela’yı bir dönem Latin Amerika’nın yıldızı yaptı. Fakat kurumsal zayıflıklar ülkeyi kırılgan bıraktı. 20. yüzyıl boyunca yaklaşık 43 yıl kısmi demokrasi görüldü. Geri kalanında darbeler ve diktatörlükler hüküm sürdü. 1999’da Hugo Chávez seçimle iktidara geldi, kısa sürede otoriterliğe kaydı. Onu Maduro izledi. Maduro döneminde hiperenflasyon, kıtlık ve göç dalgaları ülkeyi ağır bir krize soktu.
Bu tablo, Latin Amerika’daki ABD karşıtlığıyla birleşince daha da karmaşık bir hâl aldı. Bölge halklarının hafızasında, CIA destekli darbelerden ticaret yaptırımlarına kadar uzanan onlarca müdahale var. Bu nedenle Washington’un demokrasi söylemleri çoğu kez samimiyetsiz bulunuyor. ABD’nin “arka bahçesi” olmak istemiyorlar. Küba’nın direnişi, Nikaragua ve Bolivya’daki sol hareketler, Brezilya ve Meksika’daki bağımsızlık söylemleri Washington’un bölgede yayılmasını sınırlıyor. Karakas bu duygu iklimini jeopolitik bir kalkan olarak kullanıyor.
Tam da bu ortamda Rusya ve Çin devreye girdi. Son 25 yılda Moskova askeri iş birliği ve enerji anlaşmalarıyla, Pekin ise petrol karşılığı krediler ve altyapı projeleriyle Venezuela’yı ayakta tuttu. Bu, ABD’nin yanı başında güçlü bir karşı denge yarattı. Washington’un Doğu Avrupa ve Asya’da yaptığı ittifaklara karşı adeta simetrik bir yanıt verilmiş oldu.
ABD’de ise hâlâ ortak bir strateji yok. Trump yeni savaşlardan uzak duracağını söylerken, Dışişleri Bakanı Marco Rubio daha sert müdahale çağrısı yapıyor. Rubio için mesele sadece uyuşturucu değil; Küba’nın ittifakını kırmak ve Rusya ile Çin’i bölgeden çıkarmak. Ayrıca Florida’daki Kübalı ve Venezuelalı diasporanın seçimlerdeki ağırlığını da hesaba katıyor. Trump ise çelişkili. Bir yandan Maduro’nun başına 50 milyon dolar ödül koyuyor, diğer yandan otoriter liderlerle petrol pazarlığı yapmaktan keyif alıyor. Ayrıca Maduro’nun devrilmesini medyaya zafer olarak sunma ihtimali de onu cezbediyor.
Maduro’nun en büyük dayanağı hâlâ ordu. Ekonomik çöküşe ve uluslararası yalnızlığa rağmen rejimi korudular. Bu sadakat karşılıklı çıkar ilişkilerine dayanıyor. Ancak ağır yaptırımlar, ödüller ve askerî baskı bu dengeyi bozabilir. Önümüzdeki aylarda Venezuela’nın geleceğini belirleyecek asıl konu da bu olacak. Yine de rejimin kısa vadede yıkılmasını beklemek yanıltıcı olabilir.
Bütün bu tabloyu anlamaya çalışırken, akla yıllardır sorulan şu soru geliyor: Neden ABD, kendi kıtasının özellikle güneyinde gerçek demokrasiler inşa edemedi, yoksulluğu azaltamadı, kalkınmayı teşvik edemedi?
Kennedy’nin 1961’de söylediği gibi, “Eğer demokrasi açlığı doyuramazsa, otoriterlik bunu yapar.” Diğer ABD liderleri de benzer şekilde, Latin Amerika’da kalıcı güvenliğin ancak güçlü kurumlarla mümkün olacağını vurgulamıştı. Fakat sözler hiçbir zaman uzun vadeli stratejiye dönüşmedi. Sonuçta boşluk, otoriter rejimler liderliğinde Rusya ve Çin tarafından dolduruldu.
ABD’nin önünde önemli bir sınav var. Orta ve Güney Amerika’yı artık bir “arka bahçe” gibi görmek yerine, refah ve demokrasiyi paylaşan bir ortaklar topluluğuna dönüştürecek vizyonu kurmak. Çünkü kendi kıtasında umut ve istikrar üretemeyen bir ülkenin, Avrupa’dan Asya-Pasifik’e uzanan küresel sahnede liderlik bayrağını taşımayı sürdürmesi her geçen gün daha da zor olacak.