“Hakikat bir uğultudur bazen telde titreşen kalıntı, susulmuş hikaye direnen geçmiştir.” Karin Karakaşlı
Kedinin dokuz canlı olduğu söylenir. Dört ayaklı ve dokuz canlı. Üç ayaklı olanı ise, anlatılmamış bir dehşetin yankılarını taşır. Üç ayağının üstünde aksak yürüyüşüyle hayatta kalmaya çalışır. Tıpkı kedi gibi biz de kendi etrafımızda dönüyor, kıvrılıyor, kaybolup yeniden ortaya çıkıyoruz. Kimi zaman tökezlesek de zarafetimizi kaybetmeden yeni denge hareketleri deniyoruz. Bu sırada görece daha iyi bir dünya hedefliyoruz. Ama sadece kendimize göre… Bize göre daha iyi olan dünya gerçekten bütün için daha iyi bir dünya mı? İpin ucu burada şaşıyor. Yaşam ve yok oluş birbirine karışıyor.
Sürekli daralan bir şimdiyle karşı karşıya kalan bedenlerimiz, pek çok saate ayak uydurmaya zorlanıyor: kimisi hızlı, kimisi yavaş, kimisi bozuk. Bir sendeleyip bir ileri atıldığımız ikili bir devinim içine hapsolmuş, dengede durabileceğimiz adımı atmaya çabalıyoruz. Dilediğimiz, hayal ettiğimiz dünya, birçok dünyayı içinde barındıran bir dünya. Ancak bu dünyanın ruhsal hastalıkları, ete kemiğe bürünerek haberlere konu oluyor. Bilincimiz raydaki trenler gibi hayatlarımızın içinden geçip gidiyor. Doğanın ve dünyanın devam etme direnci, bizi ayakta tutan tek şey gibi.
Yapay güneşler, nükleer güçler ve giderek hızlanan yıkımlar tüm ufukları paramparça ediyor. Bu kaosun içinde, esenlik kültürleri de birer distopyaya dönüşüyor. Günümüz küresel ‘wellness kültürü’nün etkisiyle pazarlanan yaşam tarzları, kadim ruhani geleneklerin nasıl ticarileştiğini sorgulamamıza neden oluyor. Yoga ve meditasyon gibi derin pratikler, pazarda birer ürün haline geliyor. Kendi lisanını geliştirmiş kambur balinalar bile, hiper salinite sorunuyla tehdit altında. İnsan evladı, kuraklığa karşı içilebilir su elde etmek üzere deniz suyunu tuzundan arındırdıkça, denizdeki tuz seviyesi artıyor ve deniz canlıları ölüyor. Yaptığımız her hareket, bir tarafı kurtarır gibi görünürken bir başka yıkımı tetikliyor.
Kayıp hafıza, bulunan malzemeler
Yıkımın ardından toplumsal hafıza silindikçe artık var olmayan yerleri nasıl anlatacağız? Giderek kaybolanı bir araya getirmek, akla süreksizliği ve çöküşü getiren labirentimsi yollarda yürümemizi gerektiriyor. Kaydedilmiş emeğin ve atık döngülerinin şiddeti katlanarak artıyor. Bir zamanlar ‘oyuncaklar yetişkin dünyasının mikrokosmosudur’ diye tarif edilmiş olsa da, çocukların oyunu büyüklerin savaşına dönüşüyor. Her oyunda kaybeden öldürülüyor. Savaş sırasında istismar her yerde, fiyatlar fırlıyor, çalışacak yer yok, insanlar ve aslında tüm canlılar kaos tarafından kuşatılmış halde.
Ve biz küçük defterlere ve tükenmez kalemlerimize sığınıyoruz. Her gün bir hikâye bizlere yaşamak için ilham veriyor. Söndürülemeyecek bir ışığı bekliyoruz… Zihinlerimizde biriktirerek sakladığımız ıstıraptan kurtulmamız elzem oluyor. Küçük çizimler de yaşam gibi keskin ve huzursuz; korkuyu ve öfkeyi daracık bir defter sayfasına sıkıştırıyoruz. Hepsi halimizin, hırslarımızın, umutlarımızın ve acımızın küçük ölçekte birer yansıması.
Fakat tüm acıların içinde bile bir direniş var. Tarih tekerrür ediyor. Misafirlik, adalet, düşman… Yıkım, felaket, talihsizlik, musibet… Sonra bir strateji: bir oyun planı, bir yaklaşım, bir yöntem. Bazıları için bu, toplama kamplarında yazılmış yemek tarifleri oluyor. Hayali ziyafetler tertipleyip yaşama bağlanmaya çalışıyorlar. Bazıları için de bedenleri ile mahrem nesnelerin ilişkisini deneyimledikleri katmanlı birer anıt. Sanat ise kapalı kapılar ardında nelerin olup bittiğine kafa yoran; aidiyete, arzuya ve yıkıma dair can alıcı sorular soran bir yöntem.
Eşik ve dönüşüm
Saydamlık, yüzey ve imgeler üzerinden bir oyun kurgulanıyor. Oyun hem bir davet hem de her şeyin reddedildiği bir yer. Yine de yuva. Yuva, şişen bir meyvedir. Sınırsız, ulussuz, sürgünsüz bir dünyanın düşlendiği bir yuva. Oysa yuva düşü her zaman hem sıcak bir karşılamayı hem de dışlanmayı barındırıyor. Eşik burası. Dönüşüm alanı. Dönüşüm, yeniden hayal etme, çoğaltma, tekrar etme, alıntı yapma, daireler çizme alanı. Burada neşemizi yitirmemek, bu yozlaşmaya karşı en önemli direniş yollarından biri.
18. İstanbul Bienali Üç Ayaklı Kedi başlığıyla farklı ülkelerden 47 sanatçının çalışması üzerinden bizi söz konusu eşikten geçmeye davet ediyor. Tarih tekerrür ediyor, evet. Ama her döngüde bir öğrenme, bir direnme ve yeni bir dil var. Ve size bir yol yazıldıysa, bu elbet gerçekleşecektir. Sonuçta karanlık anlarda bize kılavuzluk eden meraklı bir ruha sahibiz. Ve tıpkı üç ayaklı kedi gibi, kendi haylazlıklarımızı taklit edip dönüşüm alanları – bu sefer sadece kendi cinsimiz için değil- ama tüm canlılar, tüm varoluş için hayırlı dönüşüm alanları, bereketli bir dünya yaratma cesaretini bulabilecek miyiz?
Yazıya dair
18. İstanbul Bienali Üç Ayaklı Kedi teması gereği çok farklı ülkelerden farklı konuları mesele edinmiş. Sunulan işlerin her birine ayrı ayrı değinmek yerine bu sefer farklı bir yöntem denemek istedim. Bienali gezerken en çok beğendiğim ya da daha doğrusu en çok etkilendiğim işlerin tanıtım yazılarını yapay zekâya yükledim ve birbirinden bağımsız bu metinlerden alıntılarla kendi içinde tamamlanmış anlamlı bir metin çıkarmasını istedim. Yapay zekânın bana sunduğu metni bu sefer kendi düşünce ve duygularımı da ekleyip bazı yerlerini dönüştürerek size sunuyorum. Böylece bu haftanın köşe yazısı -bana göre- Üç Ayaklı Kedi Bienali üzerine bir bienal işine dönüşmüş oluyor. Roland Barthes da bir defasında şöyle dememiş miydi? “Parça, anlamı ‘sunarak’ veya ‘alarak’, ona katılmadan onu destekler: parça ya anlamın nesnesi ya da desteğidir.”
Meraklısına not:
Üç Ayaklı Kedi Bienali 23 Kasım’a kadar Karaköy rotasında Galata Rum Okulu, Zihni Han, Muradiye Han, Galeri 77, Külah Fabrikası, Meclis-i Mebusan 35, Eski Fransız Yetimhanesi Bahçesi ve İstiklal Caddesi’nde Elhamra Han’da ziyaret edilebilir. Yıllar içinde işlevlerini kaybetmiş bu mekanlar bienalin kavramsal çerçevesine uyum sağlamakta hiç direnmemişler sanki…