Zaman bir ok veya nehir değildir. Bir evdir. İçinde yaşadığın bir ev. Ursula LeGuinn
“Itır sever misin?” deyiverdi Tarık bir anda. Arabayı park etmiş, yeni hayallerimizi konuşmak üzere kahvaltı edeceğimiz mekana doğru yürüyorduk. Itırı sevmeyi, hatta onu tanımayı bırak, betonun arasına sıkışmış bir çiçeğin yanından geçtiğimizin dahi pek farkında değildim. Gerçi bakışım başka yöndeydi, ıtırla da aramda Tarık vardı. Yine de... Itırın parlak, çiçeksi üst notalar ve naneli alt tonlarla bezeli kokusu sabahımı renk katan zenginleştirici bir sürprizdi.
Renk deyince… Mart ayında yazmıştım. İngiltere’de Londra merkezli bir müzeler grubu olan Science Museum Group 1850’li yıllara dayanan koleksiyonlarındaki gündelik eşyalar üzerinde yaptıkları bir araştırmada o yıllardan günümüze hayatımızda rengin azaldığını, farklı renklerin yerini grinin tonlarına bıraktığını tespit etmişti. O yazımda hayatımızdaki rengin kaçışını şehirleşmeye bağlamıştım. Rengin kaçışının içimizin soğumasına, hayat enerjimizin düşmesine, sokaklarda birbirimize görünmez olmamıza neden olduğunu düşünüp rengi hayatımıza geri davet etmeyi önermiştim.
Meğer sadece renk değilmiş hayatımızdan kaçan. Kelimelerimiz de eksiliyormuş. Daha doğrusu doğaya ait kelimelerimiz dillerimizden yok oluyor yerini teknik, teknolojik sözcüklere bırakıyormuş. Evet üniversite yıllarımdan beri bilirim. Dil yaşayan bir kültür ürünüdür. İnsan evladı, dolayısıyla toplumlar ne yaşarlarsa, nasıl yaşarlarsa kullandıkları lisan da onların yaşamlarını yansıtacak şekilde eğilir, bükülür, dönüşür. Bazı kelimeler geçmişin karanlık kuyularında kaybolur. Bu kayboluş kimi yaşam inceliklerinin de kayboluşudur. Sessizleşen kelimeler silikleşen kültürlerin uzak anımsatıcılarına dönüşür. Giderek anılar da silinir hafızalardan. Yeni bir yaşam yeni bir dünyanın göstergesidir olsa olsa.
Yaz aylarında Earth Journal’da yayınlanan bir araştırma doğa ile ilgili kelime ve terim kullanımının 1800 - 2019 arasında yüzde 60’tan yüksek bir oranda azaldığını ortaya koydu. Çalışmanın yazarı ve Birleşik Krallık'taki Derby Üniversitesi'nde psikoloji olan Miles Richardson, İngilizce kitaplardaki kelimelerin zaman içindeki sıklığını izleyen bir Google veri tabanı kullanarak ‘tomurcuk’, ‘çayır’ ve ‘gaga’ da dahil olmak üzere doğayla ilgili 28 gündelik terimi inceledi. Richardson, aynı araştırmanın bir parçası olarak, insanların zaman içinde doğayla bağlarını nasıl kaybettiklerini ölçmek üzere bir bilgisayar modeli geliştirdi. Simülasyon, şehirler büyüdükçe ve yeşil alanlar azaldıkça nesiller boyunca devam etti. Modelin projeksiyonlarını doğayla ilgili kelime verileriyle karşılaştırdığında, iki grafiğin son derece yakın bir şekilde eşleştiğini ve aralarında yüzde 5'ten az bir hata olduğunu gördü.
Doğa ile ilişkimizdeki değişimi izlemek üzere medyada yapılan çalışmalar da çocuk kitapları ve Disney filmlerinde doğal ortamların tasvirinin düşüşte olduğunu göstermekte.
Uzmanlar doğadan kopuşumuzun iklim krizi, biyoçeşitlilik azalması dolayısıyla kuraklık, kişisel iyi olma halinde düşüşler ve dolayısıyla kişisel ve toplumsal olarak sürekli bir mücadele ve savaş hali dahil karşı karşıya olduğumuz birçok sorunun kaynağı olduğu görüşünde birleşiyorlar.
Bu arada İPBES -biyoçeşitlilik ve ekosistem hizmetleri konularında bilim ve politika arasındaki iletişimi geliştirmek amacıyla çalışan hükümetler arası kuruluş- Aralık 2024’te Namibya’da gerçekleşen toplantısında 42 ülkede üç yıllık çalışma sonrasında biyoçeşitlik kaybının önlenmesi konulu raporunu yayınlandı. Rapor gidişatı resmettiği gibi bu gidişatı durdurmak hatta tersine çevirmek üzere politika ve kanun yapıcılara önerilerde de bulunmakta.
NE YAPMALI?
Rapor hükümetlere önerilerini şu şekilde özetlenmiş:
1) Biyokültürel çeşitliliği örnekleyen, insanlar ve doğa için değerli yerleri korumak, restore etmek, yeniden canlandırmak ve yaşamlarımıza dahil etmek
2) Doğanın gerilemesinden en çok sorumlu sektörlerde sistematik değişimi yönlendirmek ve biyoçeşitliliği yaygınlaştırmak
3) Doğa ve eşitlik için ekonomik sistemleri dönüştürmek
4) Yönetim sistemlerini kapsayıcı, hesap verebilir ve uyarlanabilir hale getirmek
5) Baskın toplumsal görüşleri ve değerleri değiştirerek insan-doğa arasındaki bağlantıyı tanımak ve önceliklendirmek.
Geri dönüş görüldüğü gibi kolay değil. Toplumsal olarak kolay olmadığı gibi bireysel olarak da kolay değil. Domatesin markette üretilen bir gıda olduğunu düşünen yeni neslin toprağa dokunması elzem. Telefonlardan ve teknolojik ortamdan gün içinde kısa aralarla uzaklaşıp farklı saatlerde doğaya çıkmak ve bakmak gerekir. Hafta sonu balık avına çıkmak mesela sadece kayıkta dalganın etkisiyle salındığınız boşa geçen bir zaman değil. Suyla, havayla, balıklar ve kuşlarla bütünleştiğiniz bir yuvaya dönüş halidir. Gittikçe kuşların ötüşündeki farkı duyarsınız, uçuşlarından tanımaya başlarsınız onları, gökyüzündeki bulutun nüanslarında ertesi günün hava şartlarını görürsünüz. Ya da balkonunuzda, bahçenizde yetiştirdiğiniz domatesin, rokanın lezzetinde kendinizi bulursunuz. Tohumun gıdaya dönüşümünü izlerken evladınız yaşamı algılar.
O yüzden belki de öncelikle ilk adım sessiz sakin bakma zamanlamaları eklemektir güne, haftaya, yaşama. Çünkü baktıkça görmeye başlarsınız. Baktıkça yaşamı görürsünüz. Baktıkça yaşam da zaman gibi içinde yaşadığınız eve -yuvaya- dönüşür.
Önümüzdeki günlerde biz Yahudiler bir anlamda dönüşümü simgeleyen yılbaşımızı kutlayacağız. O yüzden belki de tam şimdi sakin bakma zamanlarını hayatlarımıza katmanın zamanıdır. Baktıkça dönüşmek için. Mücadeleyi, savaşı bırakıp yaşamda huzurla akışmak için. Ne dersiniz?
MERAKLISINA NOT:
Lisanların kültürle etkileşimini ise 25 Ocak 2023 tarihli Şalom’da yazmıştım
https://www.salom.com.tr/koseyazisi/124446/puhpowee-ve-yawe