‘Hazırlıkçılar’dan söz edildiğini duydunuz mu? Hazırlıkçılar ya da belki de hazırlananlar demeli onlara: kıyamete* hazırlananlar. Büyük yangınlara, depremlere, tsunamilere hazırlananlar. Olası bir güneş patlamasının ardından yaşanabileceklere hazırlananlar. İklim değişikliği ile birlikte kapımıza kadar gelmiş susuzluğa hazırlananlar. Elektriksizliğe hazırlananlar. Lojistiğin duracağı, paranın işe yaramayacağı, bankaların ve marketlerin çalışmayacağı, dolayısıyla da çok kısa bir sürede anarşinin hüküm süreceği zamana hazırlananlar. Ezcümle yıkıma hazırlananlar.
Şöyle diyor geleceğe dair korku ve hazırlıklarını internette kurduğu bir radyo programında diğer hazırlıkçılarla paylaşan İngiliz Royston: “Hazırlıklı olmak fiziksel anlamda kendimizi sigortalatmak demektir. Ne zaman bir felaketle karşılaşacağımızı bilemeyiz. Bu sebeple yemeğimizi, suyumuzu, gerekli olan tüm aletlerimizi hazır tutmak herhangi bir acil durum için yapılması gereken en önemli şeydir.”
Bakıyorsunuz kimi hazırlıkçı tüm ailesi için üç aylık iaşeyi bir römorka yüklemiş felaketi bekliyor. Bir diğeri kendisine şehir dışında bir inziva köşesi yaratmış, felaket anında 15 dakika içinde evini terk etmeyi hayal ediyor. Oysa felaketin boyutu da felaket anında kişinin nerede olacağı da belirsiz. Tüm hazırlıkları yapmış olabilirsiniz ama hazırlıklarınıza ulaşabilecek misiniz? Üstelik söz konusu felakette içeride kalmak mı evi terk etmek mi gerekecek? Felaketin büyüklüğüne göre temel ihtiyaçlara ulaşabilecek toplumsal bir sistemin yeniden tesisinin ne kadar sürebileceği de belirsiz. Üç günlük bir hazırlık mı yapmalı, üç aylık mı? Yoksa üç yıllık mı? Neler hazırlayacaksınız? Su, hazır yiyecek, gaz maskesi, gazlı ocak, benzin bidonu… Ya da hem beslenmek hem örtünmek için tavşan besleyebilirsiniz mesela.
Hazırlıkçılar bu ve benzeri soruları öngördükleri felaket senaryosuna göre cevaplayıp hazırlıklarını buna göre yapıyor. Açıkçası benim de biri evde diğeri aracımda, deprem çantalarım hazır. Yine de olası bir deprem halinde onlara ulaşıp ulaşamayacağımdan hiç emin değilim. Sonuçta evdeki deprem çantamı her oda değiştirdiğimde yanımda taşımıyorum. Üstelik onu ara ara kontrol edip, içeriğini güncellemek gerek. Unutuyorum.
Hazırlıkçılar arasında insanlar gibi devletler de var. Çin ve Rusya’da dev sığınaklar yapılıyor.
Norveç'in Longyearbyen şehrinde 2008 yılından beri Kıyamet Ambarı var mesela. Burası dağın 130 metre altında inşa edilmiş üç adet dev ambardan oluşan ve dünyadaki bilinen bütün bitki tohumlarının saklandığı ‘Küresel Tohum Deposu’.
Biriktirmek önemli, hazır bulundurmak önemli. Ama hazır olmanın sınırı nerede? Hazır olmak malzemesel olarak hazır olmak mı sadece yoksa adaptasyon yeteneğimizi geliştirmek mi? Yerin altında sakladığımız ata tohumları kıyamet sonrası saklandıkları depolardan çıkarıldıklarında yeni dünyanın ortamına uyumlu olabilecekler mi? Yoksa bu çözüm daha çok insanın doğadan ayrı olduğu sanrısıyla vardığı bir çözüm müdür? Doğadan ayrı olduğumuz sanrısından doğanın bir parçası olduğumuz bilincine varmamız değil mi aslen gerekli olan? Sanırım ancak bu bilince uyandığımızda tohumlarımızı depolarda saklamak yerine değişmekte olan iklim şartlarında yaşamlarını değişimle iç içe sürdürmeye çalışmaları için onları teşvik etmeye uyanacağız. DNA’larını dışarıdan değiştirerek değil de şartlar değiştikçe değişime uyum sağlayarak gelişmelerinin önemine uyanacağız. Böylelikle kıyamet geleyazıyorken tohumlarımız da bitkilerimiz de kıyamet sonrası hayata daha uyumlu olacak.
Bir diğer hazırlık da yaklaşmakta olan büyük susuzluk tehlikesine karşı planlanmakta. Deniz suyunu tuzundan arındırarak içme suyuna dönüştürmek üzere desalinasyon projelerine yatırım yapılmakta.
Bütün bu hazırlıkları düşündükçe dolu dizgin kıyamete doğru giden bu dünyada yaraya bir nebze merhem olma çabasındaymışız gibi hissediyorum. Desalinasyon kullanılabilir temiz su konusunda bir öneri ise de susuzluğu kökeninde çözmüyor. Kuraklık suya hasret bitkileri ve doğal yaşamı tehdit ediyor. Bu arada iklim değişikliğini bir felaket senaryosu olarak gündemde tutuyoruz. Oysa dünya oluştuğu andan itibaren iklim sürekli değişiyor. Dünya buzul çağından binlerce yıl sonra yeniden sıcak çağa geçiyor. Aslında bizim felaket dediğimiz büyük resimde dünyanın düzeninin bir hali. Yine de bu dönüşüm biz insanlar ve birçok canlı için adaptasyonu zor bir dönüşüm. Ve biz insanlık olarak karbon ayak izimizi yükselttikçe bu dönüşümü hızlandırıyoruz. Oysa biraz sakinlememiz ve ısınmanın hızını yavaşlatmamız olası.
Yağmurun artmasını sağlamamız bir noktaya kadar mümkün. Bunun için ormanlaştırmanın önceliklenmesi gerekiyor. Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz dünyaca ünlü Brezilyalı fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun eşi Lelia Wanik Salgado ile kurduğu İnstituto Terra’nın çalışmaları bunun yaşayan örneğini sunuyor bize. Tamamen tahrip olmuş ve kuraklaşmış bir sığır çiftliği üzerinde başlattıkları projeyle Atlantik Ormanı’nı yeniden canlandırmayı hedeflemişlerdi. 1998’de Özel Doğal Miras Rezervi ilan edilen alanda yirmi yıl boyunca yapılan ağaçlandırma çalışmaları sonucunda binlerce hektar orman ve yaklaşık 2.000 su kaynağı yeniden hayat bulmuş, nesli tükenme tehlikesi altındaki hayvanlara yaşam alanı sağlanmıştı.
Bu proje ve sonuçları gidişatı durdurmanın ve hatta geriye çevirmenin hala mümkün olduğunu bağırıyor bize bangır bangır. Tabi savaş makinelerini susturup savaşlara son vermek koşuluyla. Doğayla olduğu kadar birbirimizle de savaşı bitirmek ve birlikte daha iyi bir dünya yaratma çabası daha anlamlı bir hazırlık değil mi?