İsrail’in özellikle 1973 Yom Kipur Savaşı’ndan sonra en çok düşlediği şey neydi? Kendisini çevreleyen Arap komşuları tarafından ‘kabul’ görmek… 1974-75 evresinde Mısır ve Suriye ile ‘Ara Anlaşmalar’ olarak adlandırdığımız anlaşmalar imza edildikten sonra, 1979’da Mısır’la barışı sağlayacak ‘Camp David Uzlaşı’na varıldı ve 30 yıl savaştığı Mısır, İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesiydi. Ancak, bu tanıma ve barış süreci, Suriye ile sağlanamayacak ve gerek Hafız gerekse oğul Beşar Esad dönemlerinde İsrail-Suriye normalleşmesi mümkün olmayacaktır. İsrail için Arap komşuları arasında Suriye, İsrail’in Arap Ortadoğu’sunda kabul edilirliği açısından daha önemliydi. Suriye ile İsrail arasındaki temas, Şam yönetiminin Yahudi devletini tanımaya en yakın olduğu 1992-2000 evresiydi. Bunun nedenleri arasında, Yitzhak Rabin’in barış yanlısı politikalarının dışında, 1999’da koalisyonunu kuran Ehud Barak’ın da ‘barışı, önce Suriye’de gerçekleştir’ yaklaşımı yatıyordu. Baba Hafız Esad’ın kansere yakalanıp da 2000’de yaşamını yitirmesi ve sonrasında değişen konjonktür İsrail-Suriye barışını sağlayamadı; ancak Suriye’nin stratejik derinliği İsrail’de iktidar kim olursa olsun hep önemsendi. Günümüzde ise Suriye sahasında gelişen olaylarla İsrail’in Suriye ile barışı ve yeni Şam rejimince tanınma hedefini daha da önemsemesi gerekmez mi? Peki, İsrail bu gerçek karşısında ne yapıyor? İnceleyelim…
Esad Devrildikten Sonra İsrail’in Suriye Siyaseti
61 yıllık Baas, 54 yıllık Esad rejiminin 12 günde çökmesi, esasında hem Türkiye hem de İsrail’in hazır oldukları muhtemelen senaryolar arasındaydı. Esad devrildikten sonra, Suriye sahasında Türkiye ve İsrail baş başa kaldılar. Bu durum, Ortadoğu’nun iki askeri, teknolojik ve istihbari gücünün, tarihin kırılma noktasında karşı karşıya gelmelerinin de işaretiydi. Başkan Trump’ın, ‘Suriye’nin anahtarı Türkiye’de’ çıkışı, Suriye sahasında İsrail’in karşısında Türkiye’nin önemli bir mevzi kazandığının da kabulüydü aslında. Ancak, Esad’ın düşmesinin üzerinden henüz bir yıl dahi geçmeden, sahadaki taraflar arasında rekabet giderek kızışmaya başlayacak ve İsrail, yeni rejim tarafından bölgedeki Dürzîlerin can ve mal güvenliğinin sağlanamadığını belirterek Suriye’deki birkaç hedefe yönelik saldırılar gerçekleştirecektir. Türkiye ise tüm bu kargaşa içinde Suriye’nin toprak bütünlüğü ve birliğini yüksek perdede yeniden vurgulayacaktır. Bu yılın haziran ayına gelindiğinde taraflar arası malûmun ilâmı olan saflar daha da sıklaştırılacak ve İsrail, YPG ile ilişkilerini ve işbirliğini daha da önemseyecektir.
Türkiye’nin Sabrı Taşmak Üzere
ABD-İsrail ikilisi, uzun yıllar PKK’nın uzantıları-taşeron örgütleri olan PYD/YPG’ye destek sağlamış, eğit donat faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Söz konusu bu unsurlarla temas halinde olan tarafların sadece ABD ve İsrail değil; Rusya ve İran gibi güçlerin de olduğu aşikârdır. Türkiye, 2016’dan bu yana Suriye’nin kuzeyine gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonlarda, Fırat’ın batısını geçip Akdeniz Çanağına ulaşabilecek bir ‘terör koridorunu’ istemediğini ve bunu, doğrudan kendi egemenliği ve toprak bütünlüğüne kasteden eylemler olarak görüp cevap vereceğini defaatle söylemiştir. Ortadoğu’da bölge ülkelerinin hassasiyetlerine dayanmayan politikaların, bölgede bitip tükenmez çatışmalara zemin hazırlayacağı ve oluşabilecek herhangi bir boşluğun yeni sorunlar yaratacağı muhtemel iken İsrail’in ‘YPG seviciliği’, sadece DAEŞ tehlikesini bertaraf etmede kullanılan bir enstrüman olarak görülemez. Diğer taraftan, Şam’daki yeni rejimle SDG arasındaki ‘10 Mart Mutabakatı’ ortadayken sahada hâlâ YPG’ye yakın durmak ve YPG’yi bir vekil aracı olarak kullanmak, ya Türkiye’nin terörü bitirmedeki kararlılığını idrak edememek ya da İsrail siyasetindeki ‘Erdoğan karşıtlığının’, bölge için bugün de son derece önemli olan ‘Türkiye-Azerbaycan-İsrail Stratejisi’nin de önüne geçtiğinin kanıtıdır. Tüm bu gelişmeler etrafında, Ankara, geçen hafta YPG’ye 10 Mart Mutabakatı’na sadık kalıp Şam yönetiminin ordusuna entegre olmaları hususunda son uyarılarını, savunma ve dışişleri bakanları nezdinde de yaptı. Bunun anlamı; daha önce verilen sözlerin yerine getirilememesi ve ABD üzerinden iletilen tüm mesajların YPG tarafından iyi okunmaması, Ankara’nın sabrını taşma noktasına getirmiştir.
İsrail, Kendi Tezlerini Kendi Yok Etti
İsrail, Gazze’deki insanlığa karşı işlediği suçlar neticesinde, kendini savunacak ya da savunduracak tüm tezlerini, hem Türkiye hem de uluslararası toplumun elinden bizzat kendisi aldı ve freni patlamış kamyon gibi Batı Şeria’daki E1 Bölgesi için aldığı yerleşim inşa etme kararıyla da bu süreç şu an devam ediyor. Sn. Cumhurbaşkanımızın, İran-İsrail arasındaki “12 Günlük Savaş” devam ederken 16 Haziran’da İsrail’e seslenmesi önemliydi: “İsrail, varlığını riske atıyor. Belki ileride hatasını anlayacak ama korkarız ki o vakit iş işten çoktan geçmiş olacak.” Esasında, bu değerlendirmenin ‘iş işten çoktan geçmiş olacak’ ifadesi, günümüzde İsrail-YPG arasındaki organik bağ için de geçerli. Kaldı ki Dışişleri Bakanımız Sn. Hakan Fidan’ın da nisan ayında Irak televizyonuna verdiği bir röportajda yeni rejimin, bölge ülkelerinin hiçbiri için bir tehdit oluşturmadığı gibi İsrail için de bir tehdit oluşturmadığına dair demeçlerindeki şu ifadeler dikkat çekiciydi: “İsrail'in burada daha sorumlu davranması önemli. İşgal politikası tamamıyla İsrail'in güvenliğine olmayan bir politika. Ters tepecek bir politika. Suriye'yi daha da istikrarsızlaştırma yapısı olan bir politika.”
Fırtına Öncesi Sessizlikte Türkiye-İsrail İlişkileri
Türkiye’nin Suriye sahasında bir ‘oldu bittiye’ (fait accompli) tahammülünün olmadığı yönündeki beyanları aslında, fırtına öncesi sessizliğin de bir tezahürüdür; ancak Ankara’nın son açıklamaları doğru okunduğunda, başta Suriye’nin kuzeydoğusu olmak üzere, Suriye sınırları içindeki tüm YPG varlığı, bir an önce merkezi orduya entegre olmazsa fırtına sanıldığından da erken patlayabilir. Bu tabloda şöyle bir görünüm ortaya çıkıyor; İsrail, Türkiye’nin kararlılığı karşısında, yılardır inişli çıkışlı da olsa çok yakın ilişkileri olduğu ve bir ‘devlet muhatabı’ olarak Ankara ile diplomasi temelinde ya YPG krizini aşacak ya da bir ‘taşeron örgüt muhatabı’ olarak YPG ile dirsek temasına devam edecek. Yok eğer, ikinci yol tercih edildiğinde İsrail, bu politikalarıyla bölgede İran’a alan açtığının farkında mıdır? Mevcut Şam yönetiminin ki şu an birçok Batı ülkesi tarafından da tanınıp çatışma sonrası yeniden yapılanma sürecinde destek verilen Golani’nin geçiş hükümetini zayıflatacak her türlü girişimin, ‘stratejik sessizlik’ içinde olan Tahran’a yarayacağının bilincinde midir? Bu da demek oluyor ki İsrail, Suriye sahasında tüm bu hareketleriyle İran’la aynı noktada buluşmaktan herhangi bir beis görmemektedir(!)
Fotoğrafın Genelini Gör(e)memek: Taktik Düzey mi? Stratejik Düzlem mi?
Yine, Sn. Bakanımız Hakan Fidan’ın deyimiyle: “İsrail’in ‘taktik düzeyde’ bazı şeyleri hallediyor olması, ‘stratejik düzlemde’ kendisi için oluşturduğu ‘daha büyük tehdidi’ değiştirmiyor.” Bu tespiti temel alarak İsrail, YPG’yi taktik düzeyde ‘bazı şeyleri halletme aracı’ olarak kullanmayı hedeflerken ‘stratejik düzlemde’ Türkiye’yi kaybede(bile)ceği bir zemini oluşturduğunun farkında mıdır? Knesset’teki koalisyonda yeni yetme ve aşırıcı İsrailli siyasetçileri şöyle bir kenara bıraktım, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun, şu an hayatta olan İsrailli birçok siyasetçiden Türkiye’yi ve Türkiye’nin reflekslerini daha iyi tanıdığı düşünüldüğünde, gidilen yolun çıkmaz olduğunu herkesten çok Bibi’nin sezmesi beklenir. Uluslararası toplum tarafından meşru görülmüş bir hükümeti, alaşağı etmeye ve Suriye’yi istikrarsızlaştırmaya yönelik her türlü hareket, sadece Türkiye-İsrail ilişkilerini daha çıkmaza sürüklemekle kalmayacak; son dönemde Güney Kafkasya’da ilerletilen barış süreci ve ‘Zengezur (Trump) Koridoru’nun hayata geçirilmesi itibarıyla İbrahim Anlaşmaları’nın Akdeniz’den Kafkaslara uzanma yeteneğinin ve bu bağlamda, bölgedeki Türkiye-Azerbaycan-İsrail üçlü girişiminin de önüne bir set çekecektir. Hâl böyleyken fotoğrafın genelini ve ortak çıkarları heba etmeye değer mi? ABD’nin dahi YPG için “sizi Türkiye’ye karşı koru(ya)mayabiliriz” çıkışına rağmen hâlâ kendinden meçhul YPG’den medet ummak, neyle izah edilir? İsrail için, YPG ile ‘örtülü angajman’a dayalı ‘taktik düzeyin kışkırtıcı ve ölümcül cazibesi’ mi? Yoksa, ‘stratejik düzlemin uzun vadeli kazancı’ mı? Bunu, uluslararası topluma kulaklarını tıkayan İsrail’in aşırıcı kabinesine gel de anlat şimdi…