İsrail Türkiye'yi kaybettiğinde her şeyi kaybedecek

Dr. Remzi ÇETİN Köşe Yazısı
17 Eylül 2025 Çarşamba

623 yıllık Osmanlı Devleti, 1299’da Söğüt’te doğmasını takip eden yıllarda fetih yönünü Rumeli’ye, Batı’ya yönlendirecek ve başkent, Bursa’dan Edirne’ye taşınacaktır. Sevk ve İskân Kanunu gereği, fethedilen topraklara Ortodoks nüfusu dengeleme amaçlı Müslümanların yanı sıra Yahudiler de iskân ettirilecektir. Yüzyıllar içinde Balkanlar’daki Müslüman-Yahudi işbirliği öyle bir hâl alacaktır ki Yahudiler, Osmanlı Balkanları’nın ve Avrupa’ya geçişin kilit noktalarında, politik/diplomatik alandan ekonomiye, sosyal hayatın her noktasına Yahudi yeteneği ve becerisi taşıyacaktır. Yahudilerin Osmanlı sosyal yaşamına dokunuşları, Payitaht’ta da hissedilecek ve başta siyaset, idari ve tıp olmak üzere saray yönetimine birçok hizmette görülecektir. Özellikle Kanuni dönemiyle Osmanlı’nın her şeyden önce bir ‘Güney Avrupa ülkesi’ olduğu gerçeği, Avrupa siyasetinde de oturacak ve sonrasındaki II. Selim ve III. Murat’ın saltanatlarında da Yahudilerin; Osmanlı siyaseti, askeri başarıları ve imparatorluk ekonomisine katkıları giderek artacaktır. Diğer taraftan, Venediklerle diplomatik temasın ilerletilmesi, Kıbrıs’ın fethi gibi Osmanlı’nın 16. yüzyılda kayda değer diplomatik/askeri kazanımlarında yetenekli Yahudi diplomat ve kanaat önderlerinin de payı olduğunu hatırlatmak gerekir.

***

Bu kısa tarihi arka plandan sonra, şunu açıkça ifade etmeliyiz ki “Türk-Yahudi Ortak Tarihi” sadece Balkanlar yönünden değil; imparatorluğu çevreleyen Kuzey Afrika, Karadeniz ve Kafkaslar gibi birçok coğrafyada kesişmekteydi. Osmanlı Devleti’nin bir Avrupalı devlet görünümüne bürünmesinde Yahudilerin imparatorluk içindeki faaliyet ve üretim çarkına destekleri su götürmez bir gerçekti. Peki, sonra ne oldu? Kıta Avrupa’sının hemen hemen her köşesinde pogrom ve antisemit hareketlere maruz kalan Yahudiler, 19. yüzyılda Siyonizm’i bir kurtuluş reçetesi olarak gördü; ancak her ideolojinin kendi içinde yarattığı farklı görüş ve fraksiyonlardan Siyonizm de nasibini aldı ve revizyonist Siyonizm, 20. yüzyıl itibarıyla daha ağır bastı. Son dönem Osmanlısının özellikle Balkanlar’daki Yahudi nüfusu, Rumeli’den çıkarılmaları sırasında Müslüman ahaliyle aynı acıları yaşadığı için Balkanlar’daki 500 yıllık hâkimiyetin çözülüşü, Müslüman Osmanlıların yanında Yahudileri de perişan etti. Tarih sayfalarında sonrasında yaşananlar malûm… Türk-Yahudi kadim ortak tarihinin Siyonizm’le sınavı, İsrail Devleti’nin ortaya çıkacağı süreçte daha belirgin hâle geldi. Ve ne yazık ki günümüzde İsrail, Gazze’de sadece Gazzelilerin yaşam alanlarını ortadan kaldırmıyor, gözlerimizin önünde Osmanlı Yahudilerinin de yüzlerce yıllık mirasının altına dinamit döşüyor.

İsrail Devleti ortaya çıkana kadar Siyonizm’in sağ ve sol kanadı arasında yaşanan iktidar mücadelesi, devletin erken dönemlerinde de görülecektir. İsrail’i bugün, 1977 seçimlerinden itibaren ağırlıklı olarak sağcı partilerin koalisyonunda olduğu iktidarlar yönetmektedir ki merkez sağdan Likud partisi, aşırı sağ ve dinci partilerin oluşturduğu koalisyon hükûmetlerinde oy oranı oldukça sınırlı azınlık partilerine dahi taviz vermek zorunda kalmaktadır. Örneğin, seçim barajının 3,25 olması gibi, seçim sistemindeki boşluklar, aşırı sağın her yasama döneminde mutlaka bir çatlak bulup mevcut iktidarı zorladığı politikalar da yaratmaktadır. Esasında, şu an İsrail siyasetinde yaşanan tam da buna örnektir. Pamuk ipliğindeki Netanyahu hükûmetinin freni patlamış kamyon gibi önce Gazze, sonrasında Lübnan, İran, Suriye ve geçen hafta yaşanan Katar örneğindeki gibi Gazze’deki rehineleri öncelemeyip çatışma alanının periferisiyle uğraşmak ve bölge üzerinde yayılmacı siyaset gütmek artık, Türkiye’yi de rahatsız edecek noktaya geldi. Seçim sistemi, siyasetin kırılganlığı ve iktidar mücadelesi de Gazze’deki çatışmayı körükleyen bir diğer nedendir. Nihayetinde, oluşabilecek riskleri aylardır gerek Şalom’da gerekse Le Monde Diplomatique Türkçe’de uzun uzun yazdım. Aynı şeyleri tekrarlamaktan kaçınırım ancak… “Bir durum, daha ne kadar kötüye gidebilir?” sorusuna cevabı, İsrail’in aklını yitirmiş koalisyonu, her şeyi daha da çıkmaza sürükleyerek veriyor.

***

Netanyahu ve aşırı sağcı kabinesi artık, tahammül sınırlarını her yönden tüketti. İsrail, siyasi ve dış politika tarihinde hiç olmadığı kadar yalnızlaştı. BM ve diğer uluslararası platformlarda İsrail’in esamesi bile okunmuyor. Öyle ki daha geçen hafta, “İki Devletli Çözümün Uygulanmasına İlişkin New York Deklarasyonu”, BM Genel Kurulu’nda 10 ret ve 12 çekimser oya karşın 142 evet oyuyla kabul edildi. Oylamada İsrail’i ABD’nin dışında destekleyen diğer ülkeler de Pasifik’te yer alan ve haritada bile zor gösterilen Nauru, Palau, Mikronezya gibi ülkelerdi. 2011’de dönemin ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, İsrail’in Ortadoğu’da giderek yalnızlaştığını ve bölgede özellikle Türkiye’yi kaybetmemesi gerektiğini ifade etmişti. 14 yıl önceki bu değerlendirme, o kadar doğru bir tespitti ki bölgenin Arap olmayan üç ülkesi Türkiye, İsrail ve İran arasında konjonktür ne olursa olsun, Ortadoğu bölgesel alt sisteminde bir denge unsurunun gözetilmesi, olası çatışmalardan kaçınmak için de elzemdir. Ancak görüyoruz ki kontrolünü kaybetmiş İsrail’in aşırı sağcı iktidarı, Hamas’ın elindeki rehineleri kurtarmaktan çok, Gazze’yi bir hiçliğe ve Ortadoğu’yu da yeni bir savaş çukuruna atma isteğindedir. Ve bu durum, gün geçtikçe İsrail’i uluslararası toplumdan tecrit ediyor. Türkiye ve dünya genelinde antisemitizmin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, bu derece artmasının temel nedeni ise İsrail’in “meşru müdafaa hakkının kullanımının, soykırıma varan eylemlere” dönüşmesidir. Knesset’teki dengesini kaybetmiş hükûmetin aşırıcı politikalarından ötürü İsrail bugün, dış politik tarihinin en münzevi dönemiyle karşı karşıyadır. Diğer taraftan, 7 Ekim’den bugüne, İsrail Dışişleri Bakanlığı çalışanları ile toplamda 45 büyükelçi ve konsolos da hedef alındı. Diasporadaki sıradan Yahudilerin ise bundan sonraki süreçte ne gibi tehditlerle yüzleşeceğini varın siz düşünün.

İsrail’in, sınırlarının da ötesini aşacak şekilde Katar’a yönelik operasyonu, NATO üyesi olan Türkiye’yi de zor durumda bırakmaktadır. İsrail tüm bu eylemleriyle Ukrayna işgali sonrası zaten Rus tehdidine daha da açık hâle gelen Avrupa’nın güvenliği için de büyük bir tehlike yaratmaktadır. Daha da ileri bir yorum olarak, bugünlerde çok sıkça dillendirilen olası Türkiye-İsrail çatışması, sadece bölgesel değil; küresele de doğrudan etki edecek ve AB güvenliğinin dışında NATO içerisinde de çatlaklar yaratacaktır. Rusya’nın Doğu Avrupa ülkelerini zorladığı, Polonya’yı da aşarak Baltıklar’a ulaşma ve diğer taraftan da Romanya’yı tahrik etme girişimlerinin olduğu bugünlerde, Gazze’deki felaketin bir an önce son bulması ve Hamas’ın elindeki rehinelerin de salıverilmesi gerekiyor. Oysa İsrail, 7 Ekim’den bu yana Türkiye ile eşgüdümlü çalışabilseydi ya da Körfez’den ziyade, Hamas’ın elindeki rehinelerin salıverilmesinde Ankara’nın rolünü önemseseydi, bugün her şey daha farklı olabilirdi.

Bölgede olası bir Türkiye-İsrail Savaşı, İsrail’in ne İran ne Suriye ne Lübnan ne de başka bir ülkeyle mücadelesine benzer. Yukarıda da ifade ettiğim üzere söz konusu bu çatışma, bölgeselini de aşıp küresele etki edecek ve bir domino etkisi gösterecek daha büyük bir savaşın kapılarını açabilir. Türkiye ve İsrail tarafları, yüzlerce yıllık Türk-Yahudi tarihinin birikimi, zenginliği ve ortak acılarda bir araya gelip kenetlenmeyi, bugün her zamankinden daha iyi hatırlamalıdırlar. Tarih, herkes için öğreticidir. Türkler ve Yahudiler arasında bu kadar iç içe geçmiş bir tarih ortadayken her türlü aşırılığın ve Siyonizm’in revizyonist sağcı ve dinci akımının bölgeyi daha fazla ateşe vermesi ve istikrarsızlaştırılmasının önüne geçilmelidir. Bir taraftan, “Müslümanın Yahudi’ye ve Dünyanın İsrail’e karşıtlığı”nın; diğer taraftan ise “Yahudi’nin Yahudi’ye ve İsrail’in de İsrail’e tezatlığı”nın arttığı bu dönemde soğukkanlılığı, itidali ve sağduyuyu korumak elbette çok zor. Ancak, bizler böyle davranmazsak şiddet şiddeti, nefret nefreti ve linç kültürü, kitlesel boyutta daha büyük toplumsal felaketlerin önünü açabilir.  

Ben şahsen, Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Dışişleri Bakanımızı, Türk-İsrail ilişkilerindeki krizlerin aşılmasında bir şans olarak görüyorum. New York’taki Türk Evi’ndeki görüntüleri tersine çeviren Türkiye tarafı değil; Gazze’ye yönelik operasyonun daha ilk haftasında bizzat İsrail’in aşırı sağcı kabinesinin üyeleriydi ve Türkiye bu konuda İsrail tarafından bir kez daha hayal kırıklığına uğratıldı. Hatta, mevcut iktidar, 2020-2023 evresindeki Türk-İsrail normalleşmesini kendi muhafazakâr seçmen tabanı ve Hamas’la ilişkilerine rağmen gerçekleştirirken; İsrail ise Gazze’ye yağdırdığı her bombayla Türkiye’nin Hamas’la iyice kenetlenmesini, bile isteye sağladı. Türkiye’nin İsrail’den 7 Ekim’in başından bu yana başat beklentisi, Gazze’deki masumların yaşam alanlarına dokunulmamasıydı. Yanı sıra, Suriye’deki yeni rejimin çatışma sonrası yeniden yapılanma sürecini takiben, Türkiye-İsrail arasındaki çatışmasızlık mekanizmasının Suriye’nin toprak bütünlüğü ve birliğini savunacak bir genişliğe ulaşma isteğini Ankara defaatle belirtmiştir. Şu da bir gerçek ki taraflar arası çatışmasızlık hâli ve mekanizmasını tutan temel unsurlardan biri de Azerbaycan ve Sayın İlham Aliyev’dir; ancak İsrail’in sağa-sola pervasızca saldırıları devam ettiği ve Suriye sahasında terör taşeronlarıyla dirsek temasında ısrarcı olduğu müddetçe, Şalom’daki bir önceki yazımda da ifade ettiğim üzere, “Fırtına sanıldığından da erken patlayabilir.” Son kez tekrarlayalım: Bölgede olası bir Türkiye-İsrail Savaşı, İsrail’in ne İran ne Suriye ne de başka bir ülkeyle mücadelesine benzer. Bu durum, Ortadoğu’yu aşacak büyük bir felaketle sonuçlanabilir. İşte o an, yüzlerce yıllık Türk-Yahudi ortak tarihiyle harmanlanan ve son yıllarda şiddetle hırçınlanan ilişkilerde İsrail, Türkiye’yi kaybettiğini anladığında, her şeyi kaybedecek.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün