Fransız Lisesi’nde okuduğum lise son sınıfta Fransız edebiyatı dersi en ilgimi çeken derslerden biriydi. Zira şiirde, Arthur Rimbaud ile erkek arkadaşı ve bir o kadar ünlü Paul Verlaine arasındaki gizemli ilişki ve sonunda Verlaine’in kıskançlık krizi geçirerek Rimbaud’yu tabanca ile vurması edebiyat tarihinin en ilginç sayfalarından biriydi benim için. Lisedeki muhafazakâr Fransız edebiyat hocalarım, modern şiirinin öncüsü Baudelaire’in ‘Les Fleurs Du Mal /Kötülük Çiçekleri’nin ve diğer iki şairin eserlerini sembolizma yoluyla ahlaksızlık saçtıklarını düşündükleri için 19. yüzyılın bu meşhur üçlüsüne derslerinde en az vakti ayırırlardı. Ama o hocaların asıl görmek istemedikleri, aynı dönemde yaşayan ve dünya edebiyatına,’Madame Bovary’ adlı ve dönemine göre kadının özgürlüğü bağlamında çok cesur bir roman armağan etmiş Gustave Flaubert idi. Hocaların en beğendikleri ise Victor Hugo ile Honoré de Balzac idi.
Lise sondaki edebiyat dersi bu ikiliyle sona erirken, 20. yüzyıla hiç değinilmemişti bile. Zira o döneme damga vuran ve dünya edebiyatını ve felsefi düşünceyi etkileyecek iki tarihi isim vardı. Albert Camus ve Jean Paul Sartre. Hocalar bu ikilinin ismini ağızlarına bile almaya imtina ederlerdi. Zira onlara göre her ikisi de bir anlamda Tanrı düşüncesini alabildiğine sorgulamış ve insanın varoluşsal sorunlarını dinsel içerikten bağımsız bir dünya görüşüyle dile getirmişlerdi romanlarında.
Jean Paul Sartre varoluşçuluk akımının en önde giden ismi olarak, insanın hayatının, kaderinin sadece ve sadece kendi elinde olduğunu ve yapacağı seçimlerle onu şekillendirip yönlendirdiğini savlayarak statükonun büyük tepkisini çekmişti. Sartre’ın, insanın kendisine ve dış dünyaya olan tiksinme duygusunu varoluşsal betimlemelerle anlattığı ölümsüz eseri, ‘Bulantı’ büyük ses getirmiş, yazarımız daha sonra insandan toplumsal alana da kayarak Marksizmin en önde savunucuları arasında olmuştu. Kimi kaynaklar bu büyük yazarın ölümüne doğru kimi düşüncelerinin değiştiğini iddia etse de eşi olan ünlü yazar Simone de Beauvoir bu iddiayı kesin bir şekilde yalanlamıştı.
Ben nedense, lise hocalarımın adeta yasakladığı bu iki yazardan daha çok Camus’yü kendime yakın bulmuş ve eserlerini okumuştum. Camus düşünce dünyasına hayatın ‘saçma’, ‘absürt’ niteliğine kafayı takarak eserler yazmıştı. Eserlerinde, hayatın anlamsızlığı ve saçması karşısında yabancılaşan bireyi odağa almıştı hep. Bunlardan en önemlisi ‘Yabancı’ adlı eseriydi. Kendisinin konulmak istendiği toplumsal kalıba karşı çıkan, anlamsız ve saçma hayatın içinde annesinin bile ölümünden etkilenmeyen ve giderek dünyaya yabancılaşan birinin sıcaktan bunalarak bir Cezayirliyi öldürmesini konu alan eser, Fransız edebiyatının başyapıtı olarak kabul edildi. Mesajı gayet basittir: insanoğlu anlamsız bir dünyadan sürekli anlam çıkarma çabasına yakalanmıştır. Bu, absürdün paradoksuydu aslında.
Camus, ‘Yabancı’yı II. Dünya Savaşı’ndan önce yazmış ama faşizm ve Nazizm yıllarında metaforlarla dolu ünlü ‘Veba’ romanını yazarak Avrupa’nın en önde gelen yazarı olur.
Veba’da, bireyden topluma doğru yol alır bu kez. Hem bireysel hem toplumsal bağlamda varoluşun sorunlarını, hayatla mücadeleyi anlatmaya çalışır. Roman, Cezayir’in Oran kentinde aniden ortaya çıkan veba salgınını ve toplumdaki etkilerini masaya yatırır. Ama roman sadece vebanın biyolojik ve fiziki durumunu ve yarattığı ölümlü felaketleri anlatmakla kalmaz aynı zamanda insanlık durumunun daha geniş bir metaforunu gösterir: kötülük, absürtlük ve toplumsal çöküş. Roman, bireylerin absürtlüklerle dolu bir dünyada anlam arayışını ve kötülüklere rağmen dayanışma ile mücadele ruhunu vurgular. Veba’nın toplumsal mesajı, insanlığın kriz anlarındaki tepkilerine dair evrensel bir yansımadır. Camus, vebayı sadece biyolojik bir hastalık olarak değil, aynı zamanda totaliter rejimler, savaş ve insanlığı uçuruma yuvarlayan ideolojiler gibi toplumsal kötülüklerin sembolü olarak da kullanır. Romanda kahramanına, “Bu ‘veba’ ile mücadele etmenin tek yolu dürüstlük ve dayanışmadır” dedirtir. Zira vebalı şehirde kaostan yararlanarak yasa dışı yollarla zenginleşmeye çalışanlar da vardır. Hem genel kötülük hem küçük kötülükler vardır doğada…
İşte böylesi büyük bir yazarı okuyamamıştık lise sonda. Zira Camus, hayatı her şeyden bağımsız bir düzlemde didik didik etmeye çalışmıştı tüm ömrü boyunca.
Ama gelin görün ki, 1947’de Nobel Edebiyat Ödülü aldıktan üç yıl sonra 47 yaşında geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayata aniden veda etmişti.
Absürdün yazarı absürt bir sonla dünyaya adeta haklı olduğunu göstermişti.
Ancak mücadeleyi de kaybetmişti.
Hepimizin bir gün öyle veya böyle kaybedeceği gibi…