Temmuz başından beri yazlıktayız. Çeşme’de. Şükür rüzgar duruldu. Yangınlar da öyle. Annemle geçmişin, en eski dostların, ailenin ve tabi ki denizin tadını çıkarıyoruz. Her sabah erkenden çoğunluk henüz uyurken biz denizdeyiz. Sadece İstanbul’un keşmekeşinden uzakta, yazın rehavetinde olmak mı bize iyi gelen yoksa bu iyi olma halinin altında başka bir sır mı var?
Merak ettim. Bir araştırdım.
Meğer ki plaja gittiğimizde farklı nefes alıyormuşuz. Kıyıya vuran dalgalar milyonlarca negatif ionu doğrudan ciğerlerimize salıyormuş. Onları nefesimizle ciğerlerimize aldığımızda oksijen alımımız yüzde 20 oranında artıyormuş. Okyanus* dalgaları doğal olarak dakikada 6-8 döngü halinde titreşirmiş ve bu da sakin ve iyileştirici nefeslerin ritmi imiş. Sahile geldiğimizde sinir sistemimiz kendiliğinden dalgalarla uyumlandığı için plaj günleri insana büyü gibi gelirmiş. Bu durum okuduğum yazıda şöyle yorumlanıyordu: “bedeniniz akıcı bir şekilde okyanus dili konuşur.”
Çocukluğumda sahile her indiğimizde annem “Ohh, derin derin çek denizin kokusunu, iodu içine” derdi. O sözleri bugün hala kulağımda. Zaten ben de çoğu zaman bunu kendime söylerken buluyorum kendimi. Meğer ki okyanus havası, şehir ortamlarında yaygın olan kirletici maddeleri ve alerjenleri içermezmiş. Tuzlu ve nemli hava, akciğerlerimizi ve sinüslerimizi temizleyerek nefes almayı kolaylaştırırmış. Astım, bronşit veya alerji gibi solunum yolu rahatsızlıklarında okyanus kenarında vakit geçirmek gözle görülür bir rahatlama sağlayabilirmiş. Havadaki nem, akciğerlerdeki iltihabı azaltmaya yardımcı olurmuş.
Aynı rahatlama duygusunu ormana gittiğimizde de yaşarız. Ağaçların gölgesinde, uzun otlarla kaplı çayırlarda ya da bir dağın zirvesinde bir süre geçirdikten sonra rahatlamış, sakinlemiş hissederiz.
Ortalama olarak, bir nefes yaklaşık 3,3 saniye sürermiş. Temiz hava akciğerlerimize doldukça bedenimizde enerjiye dönüşür. Bazen sakin, bazen telaşlı, ara sıra duyulabilir, ancak çoğunlukla sessiz ve bilinçaltında. Ancak nefesimiz bizi canlı tutar ve dış dünyaya bağlar. Derin nefes alarak doğayla bağlantı kurabilir ve düşüncelerimizi berraklaştırabiliriz.
Doğanın koynuna indiğimizde havadan aldığımız canlandırıcı hissiyatın tek nedeni yalnızca yüksek oksijen seviyeleri değilmiş. Aynı zamanda çoğu bitki ve çiçekteki esans yağlarının başlıca bileşkeleri olan ve havada çözünen terpenler de rahatlatıcı bir kucaklaşma hissi uyandırıyormuş: Ağaçların ve bitkilerin çevreye yaydığı ve her nefeste içimize çektiğimiz kokuların her birinin bedenimizde şifalı etkileri oluyormuş. Nemli yosunların, yeşil çamların veya çiçek açmış lavantaların kokuları…. Bu kokuların antibakteriyel ve ağrı kesici özellikleri doğal savunmamızı harekete geçirir, stres hormonlarını azaltmaya yardımcı olur ve kardiyovasküler sistemi düzenlermiş. Dolayısıyla hem vücudumuzun hem de zihnimizin genel olarak rahatlamasına katkıda bulunurlarmış.
Dalgaların sesi tuzlu suyun kokusuna eklendiğinde stresi azaltmada harikalar yaratırmış. Ruh halini iyileştiren ve kaygıyı azaltan bir nörotransmitter olan serotonin üretimini desteklermiş. Deniz kenarında olmak, zihinsel gerginliği doğal olarak hafifleterek odaklanmayı, rahatlamayı ve endişelerden kurtulmayı kolaylaştırırmış.
Bilim insanları okyanusların uydu görüntülerini kullanarak sudaki klorofil konsantrasyonunu incelemişler. Ortaya çıkmış ki okyanuslar milyonlarca yıldır oksijen üretiyor. Bilinen en eski fosil, 3,5 milyar yıl öncesinden bir deniz siyanobakterisine aitmiş. Bu bakteri oksijen salan minik mavi-yeşil bir fotosentezci imiş. Dolayısıyla diyordu okuduğum kaynaklarda kara bitkilerinden gelen oksijeni de okyanusa borçluyuz, çünkü kara bitkileri yeşil deniz alglerinden evrimleşmiştir. Atmosfere oksijen sağlamak için bir yarış olsaydı, okyanus büyük bir avantaja sahip olurmuş. Ancak okyanusun uzun fotosentez geçmişi, bugün okyanusta yaşayan fotosentezciler olmasaydı bizim için çok az önem taşırmış. Bunların arasında en etkileyici olanı Prochlorococcus adlı bir başka siyanobakteriymiş. Gezegendeki diğer tüm fotosentezcilerden daha bol olduğu ve atmosferdeki oksijenin yüzde 20'sini ürettiği tahmin edilmekteymiş. Aldığımız her beş nefesten birini Prochlorococcus'a borçluymuşuz. Belki de en şaşırtıcı olanı, bilim insanlarının bu aşırı bol fotosentezleyiciyi ancak 1988'de, yani otuz yıldan daha kısa bir süre önce keşfetmiş olması.
Tabi diğer dört nefesi de ormanlarımıza borçluyuz. Aklımda hala ülkemizde ve dünyanın bir çok noktasında orman yangınlarının acısı hala çok tazeyken bir taraftan da denizin rahatlatıcı ve mayıştırıcı etkisinde, bu hafta bu konuda internette yaptığım okumalardan bahsetmek istedim sizlere. Belki ormanlarımıza ve doğamıza yepyeni gözlerle bakarız diye.
Karşılaştığım son bir bilgi kırıntısı ile veda edip yüzmeye gideceğim izninizle: Nefes alma şeklimiz parmak izimiz gibi kişiye özgü imiş. Biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum.
Her nerede olursanız olun ilk boş gününüzde bir sahile ya da ormana doğru gitmenin keyfini sürmenizi dilerim. Tabi ki çöplerinizi bırakmadan, ateş yakmadan! Aman ha bir sigara izmariti, bir cam kırığı yüreklerimizi dağlamasın.
Meraklısına not:
Karşılaştığım çalışmalar hep okyanusları ele alıyordu. Denizlerin de okyanuslar gibi bu konuda etkili olduğunu düşünmek istedim ben. Nitekim Ege’nin turkuazın onlarca tonundaki sularına kendimizi bırakmış sohbeti de bu yöne taşımışken yanımdaki arkadaşım kendi deneyimini anlatıyordu bana: yıllardır romatizma ağrıları ile geldiği Çeşme’den mevsim sonu rahatlamış ağrılarından arınmış olarak şehre dönermiş.