Durmadı. Üç gündür Çeşme’deyim, rüzgar hiç durmadı. Evet Çeşme’nin rüzgarı meşhur. Çocukluğumun yazları Çeşme’nin rüzgarı sayesinde bunaltıcı değil. Ama bu öyle böyle değil. Öyle bir rüzgar değil. Neredeyse beni de uçuracak, alıp götürecek peşi sıra. O kadar şiddetli. Ama götüremiyor.
Götüremiyor çünkü yollar kapalı.
Gelişimizin hemen ardından kapanmış Çeşme İzmir yolu. Hayır rüzgar yüzünden değil. Yangın yüzünden kapanmış. Tüm Çeşme’yi köyleri ile birlikte kasıp kavuran yangın! Çeşme’yle yetinmeyip İzmir’e Ödemiş’e, Buca’ya doğru yürüyen yangın. Ülkem yanıyor. Seferihisar yandı. Alaçatı sörf okulları yandı. Ildırı yandı. En güzel gün batımlarının seyir noktası Ildırı. Erythrai zamanında yangını bilir miydi insanlar? Onu bilemem ama İzmir yangınlarıyla meşhur. Bizim evimizde de bir sofra hikayesiyle anlatılagelir İzmir yangınları. Yıllar önce bir aile sofrasında nasıldır kimse hatırlamaz konu yemeğin en lezzetli lokmasına gelmiş. “En lezzetli lokmayı en sona saklarım ben” demişiz birimiz. Kim demiş bilinmez. Ben demiş olabilirim bunu. Çünkü o güne kadar hep böyle yaptım, hep sona sakladım en lezzetli lokmayı. Ve anneannem başlamış anlatmaya: “Bense ilk başta yerim en lezzetli lokmayı. Tadına vara vara yerim. Zira yıllar önce o meşhur İzmir yangınında…”
Hani kaçarken trenlerde hiç yer kalmadığı için insanların trenlerin tepelerine tırmanarak kaçmaya çalıştığı o yangında… İnsanların her şeylerini kaybettikleri, geçmişin anılarının alevlerde yok olduğu, bir evrakın, bir fotoğrafın bile kalmadığı o meşhur İzmir yangını sofra saatine -nedense akşam yemeği diye düşünüyorum hep- denk gelmiş ve yemekleri tabaklarında bırakıp kaçmak zorunda kalmışlar. “O kaçış gününe kadar en lezzetli lokmamı ben de en sona saklardım” demişti anneannem. “Ama o sefer o en leziz lokma tabakta kaldı. Aklım da o lokmada kaldı. Yıllar sonra bile hala düşüncelerim o lokmaya döner. Tabakta kalmış lokma istediği kadar lezzetli olsun, sen ağzına atıp keyfini sürmedikçe, lezzetin de yoktur bir anlamı.” Hayat dersi oldu bana. Bu yaşamda her ne olursa olsun her anı dolu dolu yaşamayı öğütleyen bir hayat dersi. O gün sıralamamı değiştirdim.
Yıllar geçti. Ana toprağında anamla keyifli bir yaz ayı yaşamak için geldik yine Çeşme’ye. Rüzgar durmadı geldiğimizden beri. Şiddetli rüzgar durmadı. Yangın da durmadı. Çepeçevre yanıyor Çeşme. Sular kesiliyor sık sık. Elektrik de öyle. Yangın nedeniyle. Yangınların bir sebebi iklim şartlarındaki kritik üç otuz1 ise bir sebebi de özelleştirme sonrası bakımları yapılmayan, yenilenmeyen elektrik altyapısı deniyor. Yollar kapalı. Dönemiyoruz. Hem dönsek de ne olacak? Bu sefer nefes almanın giderek zorlaştığı, ağaçların giderek yok olduğu İstanbul sokaklarında bir başka felaketi, depremi bekler olacağız.
Yangını söndürmeye yardımcı olamıyoruz bari çıkmasına vesile olmayalım. Önleyici tedbirleri alalım. Koruyalım ormanlarımızı. Oysa buralarda orman da kalmamış. Her yer makilik. “Yanacak hiçbir yer kalmayana kadar yanacak, sonra bitecek yangın” diyor buralılar. Yanımda Türkmenistan’dan Yıldız “Bizim oralar buradan en az 10 derece daha sıcak şu anda. Ama ben ülkemde hiç yangın duymadım” deyiveriyor. Biz ormanları yok ediyoruz. Şehirleşiyor, şehirleştikçe ısınıyor, kuraklaşıyor memleketim. Yetmiyor olası yangınlar için tedbir amaçlı çalışmaları da yapmıyoruz. Ormanların içine sızmışız, insan orman etkileşimini tüm zamanların en fazlasına çıkarmışız. Buna karşılık doğa ile bir olduğumuzu dolayısıyla doğa gibi düşünmeyi unutuyoruz. Önleyici olacağımıza yakıcı oluyoruz. Biri bir cam parçası bırakıyor orta yere. Diğeri motosikletinden bir ateş topu atıveriyor. Ormanlardan geçen elektrik direkleri yenilenmiyor, bakımları yapılmıyor. Bu arada iklim kanunu geçiyor meclisten.
Durmuyor rüzgar. Bitmiyor nefessiz kalışlarımız. Dumanları, alevleri görüyoruz penceremizden. Helikopterler su taşıyor. Ama yetmiyor. Yollar kapalı. Ormanlar tükeniyor. Oturmuş bir kitap evi/kafede elimde bir kitap2 okuyorum:
“Geçmişe gidebilseydiniz ama yalnızca kahveniz soğuyana kadar orada kalabilseydiniz ne yapardınız?” Bir şartı var tabi. Şart şu: ne yaparsanız yapın şimdiki zamanı değiştiremiyorsunuz. Geçmişi düşünüyorum. Bu yangın gününde geçmişi. Sonra soruya takılıyor aklım. Daha doğrusu cevabıma. Galiba sadece gider sarılırdım. Gitmişlerime… Babama mutlaka. Madem Çeşme’deyim Anneanneme. Bir de ağaçlara. Çünkü her ne yaşanırsa yaşansın bizi karanlıklardan çıkaracak güç sevgide, sarılmakta. Bazan bir insana, bazan denize, bazan bir lokmaya, bazan bir ağaca. Tüketmekte değil ama yaratmakta. Sevgiyle sarılarak yaratmakta.
Meraklısına not:
1 ‘Kritik üç otuz’u şöyle tanımlıyor Afad: Sıcaklık 30 derecenin üstüne çıktığında, rüzgar saatte 30 kilometrenin üstüne çıktığında ve nem de yüzde 30’un altındaysa yangın riski çok yüksektir.
2 Sözünü ettiğim kitap Japon yazar Toshikazu Kawaguchi’den Kahve Soğumadan Önce, İngilizceden çeviren Şebnem Tansu. Epsilon Yayınevi.
3 Siz bu yazıyı okuyana kadar yangınlar -şükür- bitmiş olacak. Ama olası gelecek yangınları önlemek için neler yapmamız gerektiğine dair hemen şimdi çalışmak gerek. İzmir Çeşme’de yangınlar süre giderken yeni yayınlanmış bir kitaptan haberdar oldum. Orman yangınları dahil birçok felaketin uyduyla, yapay zekayla ez cümle günümüz teknolojisi ile öngörebilir olduğunu anlatan ve önleyici çözümlere odaklanan bir kitap. Kitabın adı Atlas’ın Sesi, Gelecek tehlikede, Çözüm Bizde, yazarı Anıl Sevinç. Akdoğan Yayınevi.