Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
17 Temmuz 2025 Perşembe

Her geçen anımız, her daim son durağa hedeflenmiş kum saatimizin altını dolduruyor, itirazsız ve istisnasız olarak.

Bize de geriye kalan, dolum esnasındaki akan zamanın içinden geçen hayatı sorgulamak, ona anlam aramak veya anlamsızlığına teslim olarak kendimizi onun görünmez ve bilinmez akışına bırakmak…

Dünyanın en ünlü empresyonist ressamlarından Paul Gauguin, 1888 yılının sonbaharında Fransa’nın Arles kentinde bir diğer ünlü empresyonist ressam Van Gogh ile geçirdiği dokuz haftalık yoğun ve karmaşık bir sanatsal ve kişisel birliktelikten sonra, Gogh’un bir tartışma sonrası kulağını kesmesiyle şehri terk eder. Depresyona girdiği bu dönemde her şeyi arkasında bırakarak Tahiti’ye yerleşir ve orada tarihe geçen ünlü ve ‘Nereden Geliyoruz? Neyiz? Nereye Gidiyoruz?’ (D'où venons-nous? Que sommes-nous? Où allons-nous?’) adını verdiği ölümsüz tablosunu çizer… 

Tablo, sağdan sola doğru bakıldığında adeta bir ‘bir doğum-günah-ölüm’ döngüsünü çağrıştırıyor. En sağda yeni doğan bir bebek, hayatın başlangıcını, ortada duran yetişkinler varoluşu ve birinin elinde tuttuğu elma günahı simgelerken, en solda ise düşüncelere dalmış yaşlı bir kadın adeta kabullenilmiş ölümü veya hayatın sonunu göstermeye çalışır. Arka plandaki mavi idolün, Gauguin'in ‘Öte Dünya’ olarak tanımladığı şeyi temsil ettiği iddia edilir…

“Nereden geliyoruz?” sorusuna cevabımız yok. Sadece feylesofun dediği gibi, bir şekilde dünyaya fırlatılmış bulunuyoruz. Nereye gittiğimizi de rasyonel düşünce odağından baktığımızda bilemiyoruz. Ancak, “Biz neyiz?” sorusuna cevaplarımız, mutlak doğruya ulaşamazsak bile perspektivizm bağlamında, çok ve çeşitli. Varoluşun anlam arayışı, hayatın amacı ve mutlu yaşam sorgulaması, ‘neyiz’ sorusuna her daim cevap aramıştır.

Çağlar boyu çeşitli düşünürlerin varoluşu sorgulamasından sonra Jean Paul Sartre ile belirginleşen varoluşçu düşünceye göre, insanın varoluşu, özünden önce gelir. İnsan ilkönce var olur ve sonra hayatı boyunca yapacağı seçimlerle özünü oluşturur, kendini yaratır ve özgürlüğüne kavuşmaya çalışır. Ancak özgürlük yolu engelsiz bir patikada ilerlemez zira sorumluluklar ve bunun ürettiği kaygı yolun her köşesinde insanı bekler. Bu kaygıya yenilenler ise hayatın anlamını ıskalar, kendine bile yabancılaşır.

Bu tipolojinin en tarihi örneği Kafka’nın Dönüşüm’ eserindeki Gregor Samsa’dır. Gregor, ailesinin geçimini sağlamak için sevmediği bir işte çalışarak özgürlüğünü yitirmek üzeredir. Bu sıkıntı ile yaşayan Gregor bir sabah uyandığında kendisinin bir böceğe dönüştüğünü görür. Bu dönüşüm, onun varoluşsal sorumluluklarından kaçışının sembolüdür. Özgürlüğü için savaşacağına sisteme teslim olur. Varoluşsal özgürlüğü için çaba göstereceğine ailesine bağlı kalmaya devam eder ve kendi varoluşunu tanımlamak için ‘ayağa kalkmaz’.

Samsa’nın dev bir böceğe dönüşmesi, insanın bedeninin benliğinden uzaklaşıp yabancılaşmasının, benzeri olmayan bir metaforudur. Gregor için hayatın anlamı bir böcek gibi özgürlüğünden ve sorumluluklarından kaçmakta şekillenir.

Oysaki Sartre için, özgürlük, bireyin kendi varoluşunu bilinçli bir şekilde üstlenmesiyle mümkündür. Ancak Gregor bu sorumluluğu almaktan kaçınır.

Biz neyiz?” sorusuna Kafka, kahramanı Gregor Samsa üzerinden, ‘bilinçsiz, varoluşunu üstlenmeyen, dış faktörlerin kölesi olmuş bir karakteriz’ mealinde cevap vermiştir adeta.

Nietzsche’ye göre ise, özgürlük insana doğuştan verilen bir yeti değil, hayatı boyunca onun mücadele ederek ele geçireceği bir varoluşsal durumdur. Bir anlamda Nietzsche adını koymasa da ilk varoluşçu düşünür olarak felsefe tarihine geçmiştir. Onun özgürlüğü, insanın içgüdülerini, tutkularını temel alması ve bunlardan hareketle kendi değerlerini yaratması ile mümkündür.

Nietzsche iki bin yıldır insanoğluna dayatılan ahlak anlayışını reddeder. Bu yerleşik ahlakın, hayatı yüceltmediğini hatta olumlamadığını iddia ederek bir anlamda yaratılan ahlaki düzenin hayatın kendisini reddetmesi nedeniyle nihilist bir insan yarattığını savlar. Onun için tutkular ve içgüdüler önemlidir. İnsanın, tutkularını dönüştürerek güçlü bir karaktere sahip olup, gerçek mutluluğa yaklaşacağını iddia eder.

Nietzsche'ye göre ahlak, içgüdüleri aşağılayarak, insanı ehlileştirmek için icat edilmiştir. Ona göre, kendi yararından daha çok başkalarının yararını gözeten ahlak anlayışı, hastalıklı bir nüveye sahiptir.

Ahlak, toplumsal yaşamın insanın doğasına ters düşen bir zorlamasıdır. Geleneksel ahlak anlayışı yaşam karşıtıdır. Zira zayıflığı, itaati ve özveriyi yüceltir ki bunlar hayatı olumlamayan ve içgüdülerin sesini dinlemeyen, dolayısıyla hastalıklı bir yaşam anlayışıdır. Nietzsche için sağlıklı insan, içgüdülerine göre yaşayan insandır…

Kant’a göre ise, insanın amacı mutluluk değildir. Elbette insan mutluluk duyan bir canlıdır ama özel olarak mutluluğun kendisini elde etmek peşinde değildir. Aklı, kendisindeki mutluluk hissini bertaraf etmeye veya kontrol etme yetisine sahiptir.

Ona göre diğer hiçbir canlıda olmayan akıl yetisi sayesinde insan mutluluk peşinde koşmaktan öte aklı temel alan ve amacı ahlaksallık olan bir yaşam anlayışını benimser.

Kant, Nietzsche’nin aksine mutluluk yolunda, insanın içgüdülerinden ziyade onun aklına paye vermiştir. Ona göre ahlaki ilkeler duygulara, içgüdülere ve dışsal otoritelere değil sadece saf akla dayanır.

***

“Biz neyiz” sorusunun “Nasıl olmalıyız?” alt sorusu karşısında iki büyük düşünür göründüğü kadarıyla önemli derecede farklı düşünüyor.

Biri, akla dayanırken diğeri, içgüdülere önem veriyor.

Mitolojideki Apollon-Dionysos karşıtlığı, her daim tartışılagelmiştir. Apollon, düzeni, ölçüyü, aklı, uyumu, rasyonel düşünceyi temsil ederken, Dionysos coşkuyu, taşkınlığı, tutkuyu, kendinden geçmeyi ve elbette içgüdüyü ön planda tutar.

Bu bağlamda Kant Apolloncu, Nietzsche ise insanın kendi değerlerini üstün niteliklerle oluşturduktan sonra Dionysosçu hayatı destekler.

***

Gauguin, depresif bir durumda olduğu hatta intihara kalkıştığı dönemde yaptığı bu tablonun, zamanla resim sanatının en değerli tablolarının arasına girdiğini göremeden hayata veda etti.

Ama bu tablonun asıl değeri, bize insanın hayata verdiği veya veremediği anlamı sorgulattığında ortaya çıkıyor.

Gerçekten de onun sorduğu gibi, “Que sommes- nous? /

Biz neyiz?”

Hayata bir anlam yükleyebildik mi?

Peki, ya neden fırlatıldık bu dünyaya?

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün