“Ben çok küçüktüm, ama yerimizden edildiğimiz ve bana anlatılan onca acı yaşanmışlıklar bugün gibi aklımda. Yeter artık, ne olur bir kez daha olmasın…”
“Bizi yok etmeye ant içmiş bir ülkeye düzenlenen saldırının haklı tarafı olabilir, ama ben sığınağa inmekten bıktım. Ölürsem de ölürüm.”
İki farklı ülke, iki farklı yaşam, aynı ruhsal yıkıntı, aynı içsel çöküş, aynı gözyaşları…
Pek çoğumuzun dilinden düşmeyen bir cümle varsa o da “Nasıl korkunç bir zamana denk geldik” söylemleri olsa gerek… Petrol, doğalgaz ve stratejik mineraller ekseninde ilerleyen para politikalarıyla yeniden şekillenen Orta Doğu’nun bitmeyen sorunlarına İsrail’in 13. Cuma olarak betimlenebilecek bir tarihte yaptığı operasyonun eklenmesi, bölgedeki tüm toplumların endişe içinde kalmasına neden oldu. Operasyon başlamadan daha 9-10 saat öncesinde konu açıldığı için konuştuğumuz, “Amerika İran’a girer mi? İsrail İran’a girer mi?” sorularına Netanyahu ve Trump’ın yaklaşan seçimler ya da Gazze’den sonra böyle bir şeyi göze alamayacakları öngörülerimiz havada buhar olup uçtu. Saatler 03.00’ü gösterdikten birkaç dakika sonra sosyal medyada iletiler peş peşe düşmeye başladı ve şüphesiz ki gün ağardığında İran'ın üst düzey komutanlarından birinin apartman dairesinin duvarında açılan delik, tüm dünyanın şaşkınlık ve hayranlıkla konuştuğu en önemli görsellerden biri olarak tarihe geçti. Ne yalan söyleyeyim, fotoğrafı ilk gördüğümde duvarın üzerinde öldürülen bir hamam böceği veya sinek sanmıştım, yakından bakınca apartman dairesi olduğunu kavradım. Ve zaman geçtikçe karşılıklı olan bu ‘indirmeler’, uzaktan bakan için voleybol müsabakasına evrilmişken, içinde yaşayanlar veya ailesi, akrabası, tanıdıkları olanlar için can pazarından farksızdı. Özellikle de Türk medyasında ağırlıklı olarak cehaletin ve bilgisizliğin arşa erdiği yorumların yapıldığı böyle bir dönem içerisinde olayı bire bir yaşayan veya freelance habercilik yapan bireylerin değerini bir kez daha anladık.
Tüm bu süreç çerçevesinde her iki ülkeden de oldukça değerli nice arkadaşım, akademisyen tanıdığım olduğu için her yeni saldırıda bir oraya bir buraya yazıp, internet üzerinden iyi bir haber almaya çalışırken -sanki elimden bir şey gelebilecekmiş gibi- uykusuzluktan gözlerimin altı mosmor olmuş şekilde işe gittiğim günler oldu. İş bir yerden sonra “sizinkiler nasıl”, “bizimkiler şöyle”, “ölen var mı”, “yaralanan oldu mu” sorularına döndü. Her iki ülkede de yönetime karşı yüksek çıkan ayrıksı sesler susmaya ve birleşmeye başladı. Her iki ülkeye de tersine göç başladı. Toplumların verdiği tepki, vatan savunması ve birlik olma yoluna doğru evrildi. Trump’ın devreye girmesi ve İran’ın 23 Haziran’da Katar’a haberli olarak füze atmasından bir gün sonra Be'er Şeva’ya Zülfikar ve Şahapları göndermesi ile ateşkes düdüğü tamamen çalmışa benziyor.
Tutarsız bir sonla noktalanan filmler vardır, başlangıçta büyük iddialar ve çözülmesi gereken olaylar silsilesiyle başlar ancak sonunda izleyiciye “Peki şimdi ne oldu?” sorularını sordurur. Her iki ülke de kendini öven paylaşımlar yapsa da Fordo, Natanz ve İsfahan gibi hedeflenen tesislerin bazılarının saldırıdan önce boşaltıldığı, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın saldırı sonrası 400 kiloya yakın zenginleştirilmiş uranyum stokunun yerinde bulunmadığını belirtmesi, Amerika’nın Humeyni’yi koruması gibi haberler pek çok kişiye tam da yukarıdaki soruyu sordurttu.
Yazının başında yazdığım cümlelerden biri Tahran’da evlerini boşaltmak zorunda kalan ailesinin can güvenliği endişesini yaşayan, diğeri de Hayfa’da sürekli çalan sirenler yüzünden yaşam enerjisini kaybetmiş olan kişilere ait. Ve savaş günlerinde her ikisinin de dışa vuramadığı çığlığı sessiz sedasız yanaklarından süzülüverdi. İki farklı ülke, iki farklı yaşam, aynı ruhsal yıkıntı, aynı içsel çöküş, aynı gözyaşları…