Ortadoğu’nun toz duman olduğu, Avrupa ülkelerinin dolaylı da olsa çamurun kendilerine sıçrayacağını bile bile seyirci kalmaları, TACO’nun (Trump Always Chickens Out) rüzgara göre hareket ettiği bir ortama tanık oluyoruz.
Halk arasında ‘zoomer’ olarak da bilinen, doğum yılları 1990-2010 yılları arasında olan ‘Z kuşağı’ dijital teknoloji, internet ve sosyal medya kullanımı ile büyüyen bir nesil. Diğer kuşaklara göre daha özgür, özel bireyler olarak kabul edilme iç güdüsüne rağmen daha a-sosyal ve gelecek endişesi taşırlar. Buna ters orantılı olarak, Avrupa’dan başlayıp diğer kıtalara sıçrayan protesto olaylarında -konu ne olursa olsun- pankart taşımaktan çekinmezler. Aidiyet duygusu ait olmadıkları yerlerde, nereden geldiği belirsiz virüsleri andırıyor. Tehlikeli yanı da bu.
Her işin birbirine karıştığı günleri yaşıyoruz. Bir yanda gençler geleceğimizdir, diye ümitleniyor, diğer yanda giderek bozulan ortalama eğitim seviyesinin, bizleri nerelere taşıyacağı konusunda endişeleniyorum.
Siyaset ve sosyoloji kimi ülkelerde yakın akraba, kimilerinde bayram ve cenazelerde bir araya gelen komşular gibidir. Çok konuşmak hata payını içinde barındırır. Az konuşmak bilgece de olsa, bu sefer karşınızdaki anlamaz.
İki meslek hayal ederdim. Biri gazetecilik diğeri hukuk. Gazeteciliğe ucundan bulaştığım için mutluyum; konuşmuyorum. Yazıyor ve kendimi ifade edebiliyorum. Avukat olsaydım, mutlaka öncesinde iyi bir ekiple çok araştırır, eksiyi artıyı çaprazlaştırır, yine az konuşur, davayı ‘şah-mat’ gibi minimum sözcüklerle bitirirdim. Tabi olaylar gerçek hayatta böyle gelişmiyor…
Yine de, içimde kalmış olacak ki, sentez yapma yeteneğine güvendiğim oğlum, yıllar evvel üniversite giriş sınavı öncesinde ‘sıralama listesi’ hazırlıyordu (O dönemde puanlar yaklaşık bilinir, seçmeler ona göre yapılırdı). Sıralamayı yaptı, danışmanı da onayladı. Doğal olarak bakmak istedim. Mantıklı görünüyordu. Tek bir yorumda bulundum, “Önce hukuk, sonra işletme”yi işaretlemeyi düşünür müsün? Yanıt hızlı geldi, “Mahkeme kapılarında mübaşir olarak gezinmemi mi istiyorsun?” Şaka mıydı, ciddi miydi emin olamadım…
↔↔↔
Gelelim daha ciddi konulara…
Bu sene Büyükada’ya her zamankinden geç taşındım. Birkaç gün yerleşmek, bir hafta rüzgarlar, gece balkonda eşofman/çorap derken temmuz geldi. Hala ısınmayan denize karşıdan bakıyorum. Bunlar bünyeye göre değişen ayrıntılar. En önemlisi Ada’ya geldiğim ilk gündü. Malum yapılması gereken meyve-sebze alışverişi, pazar perşembe günleri kurulduğuna göre Çarşı’ya uğramak şart. İlk şok marketlerin eve servis yapmamaları oldu. Sağ olsun yetkililer her yaz önlem almadan yeni kurallar, daha doğrusu yasaklar koyar. İleri yaşta olanı var, engellisi var, ama çözüm üreten yok!
Çarşı’yı baştan aşağı dolaştım. Esnafla selamlaştım. Birkaç tanıdıkla ayaküstü sohbet ettim. Hepsinde aynı şikayet: “Bu sene Ada ateş pahası. Meyve sebzenin yanına yaklaşılmıyor.”
Tek manavımızın uzağından geçtim. Meyve sebze yerine galiba sarraflık yapıyor. Karşılıklı iki markete girdim. Birinde bulamadığımı öbüründen alırım, diye.
O nee!!! Zaman tünelindeyim. Yıl 1804. Napoleon Bonaparte, Ada’ya çıkartma yapmış. Mahiyetindekiler, gelenlere yol gösteriyor. Ellerindeki parşömen ruloları açıp tek tek okuyorlar. “Kiraz 800 Lira”… Neyse ki, sevindirici bir haberle kendime geldim. Kiraz mevsimi en fazla iki hafta sonra bitiyormuş.
Bursa’nın yakınlarında bulunan Apolyont (Uluabat) Gölü’nün ismi zaman içinde harflerin değişimiyle ‘Napoleon’ olarak günümüze ulaştı.
Galiba bu yazın favori meyvesi strech ambalajında çeyrek karpuz olacak.
Sağlıkla kalın.