Edebiyatın sonu ve yas: Don Quijote’den Bugüne
Edebiyat sonrası dünyaya bakıp oradan ara ara Don Quijote'ye geçmeye çalıştık şimdiye kadar.
Edebiyat sonrası dediğime göre demek ki edebiyatın bir sonu var demek istedim. Sonundan sonrasını yaşıyoruz. Sonu olan bir şey, ya kendiliğinden sonludur veya amacı vardır, amacını doldurmuştur ve bitmiştir.
Gerçekliğin fikrinin, gerçeğin bizzat kendisinden daha doğru olduğu tezine yani Don Quijote’ye geçmeden evvel buna bakmak istiyorum. Gerçekliğin fikri acaba gerçekliğin bizzat kendisinden daha mı doğrudur? Galiba Don Quijote öyle yapıyor. Gerçekliğin kendi imgelemindeki yerinin, bizzat asıl gerçeğin, hakikatin kendisinden daha doğru olduğunu söylüyor. O zaman gerçek hangisidir diye bir soru uyanacak aklımızda.
Yani gerçek, kendi imgelemimizdeki gerçek mi? Gerçeklik o mudur? Yoksa gerçeklik bizzat gerçek olarak bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak var olan mıdır?
Zannediyorum Don Quijote'nin o müthiş macerasında çok sık olarak gündeme gelen de budur ve Don Quijote'nin modern zamanların başında, romana dair tezlerini dile getiren Cervantes’tir aslında. O dönemde modern zamanların kapısı aralanmaya başladı. Modern zamanların kendisi bir hayal olarak mı açılıyor, bir gerçeklik olarak mı açılıyor? Yani geçmiş dönem kapanıyor mu yoksa geçmiş dönem, modern zamanların içinde yine devam ediyor mu? Yani, teolojik bakış aslında modern zamanlarda başka bir söylemde devam mı ediyor? Bu biliyorsunuz toplumsal felsefenin çok tartışılan bir konusu.
Edebiyatın bir amacı vardı da bitti mi, ki edebiyat sonrasından bahsettim. Mesela romanın Don Quijote ile beraber bir amacı vardı da bitti mi? Sonra anti-roman başlıyor ve şimdi de edebiyatın bittiğini iddia ediyoruz.
Edebiyatın bir amacı vardı; edebiyat amacını gerçekleştirince, amaç bittiğine göre edebiyat da bitti. Öyleyse gönül rahatlığıyla(!), doğal bir süreç gibi yeni döneme geçebiliriz. Yeni dönemi anlattık, son iki derstir. Teşhircilik, gözetlemecilik, egzibisyonizm, görme ve gösterme merakının diktatoryası altında yaşıyoruz. Yani kendi kendimizin diktatoryası altında yaşıyoruz. Peki, o zaman biraz geriye bakalım.
Montaigne diyor ki, ölüm yaşamın amacı değildir. Hristiyan dünyasında da, İslam dünyasında da, Yahudi dünyasında da ölüm yaşamın amacıdır neredeyse. Eğer Montaigne'in dediği gibi ölüm yaşamın amacı değilse, o zaman ölüm yaşamın son noktasıdır.
O zaman soruyu soralım. Edebiyatın amacı nedir? Edebiyat amacını doldurdu mu? Eğer sona ulaşıldıysa, edebiyatta sona ulaşmak edebiyatın sonu mudur? Yoksa sona ulaşmak aslında edebiyatın amacı mıydı?
Ve sona ulaşmıştır. Bu bir amacın yerine getirilmesi mi olmuştur, yoksa kendiliğinden ölüme doğru mu kaymıştır edebiyat? Ölüme kaydıysa, tabii bu bir tez, Don Quijote ile başlayan mesela roman, anti-roman sapağından da, Marcel Proust'tan da geçtikten sonra ölüme kaydıysa, amacını gerçekleştirdi demektir. Nasıl ölüm yaşamın amacıysa, öyle varsayıyoruz veya yaşamın sonuysa, yaşamın sonu olması için yaşamın sınırının olması lazım. Yaşamın sınırı, yaşamın sonunun olduğu yerde ölümün başlamasıdır.
Edebiyatın bir sınırı olmalı bu durumda. Peki o zaman yeni bir soru gelecek.
Tahayyül özgürlüğünün sınırı olur mu? Edebiyat ve sanat öncelikle tahayyül de içerdiğine göre edebiyatın ve sanatın sınırı var demek, tahayyül özgürlüğünün de sınırı var demek olacak. Peki, tahayyül özgürlüğünün sınırı var mı?
Paul Valery ‘Kötü Düşünceler’de (La Mauvaise pensée) şöyle soruyor: “Acaba hangi tanrı kendini, ‘Tek bir amacım vardır, o da hayal kırıklığı yaratmaktır,’ diyerek tanımlayabilir?”
Roland Barthes’a göre hiçbir tanrı bunu söylemeye cesaret edemez. Edebiyat belki de bu tanrıdır. Edebiyat belki hayal kırıklığına uğratandır diyor ve belki de bir gün edebiyat, hayal kırıklığına uğratmanın sanatı olarak betimlenebilecektir,” diye çekinmeden devam eder. Ne dersiniz? Eğer hayal kırıklığına uğratmanın sanatıysa, demek ki edebiyat amacını yerine getirmiştir ve ömrünü tamamlamıştır. Ve bizi edebiyat sonrasının zaten kendi hazırlamış olduğu soğuk ve paslı dünyasına terk etmiştir.
Baudelaire, Le Vieux Saltimbanque’ta yani Yaşlı Çingene’de şöyle anlatır, o müthiş anlatısıyla, üzüntüyü ve biraz evvel dediğim edebiyatın hayal kırıklığını. Belki edebiyatın uğrattığı hayal kırıklığını. Belki insanın kendi düş kırıklığını. Der ki Baudelaire, Yaşlı Çingene’de, bu zavallı çingene kambur, çirkin, yaşlı. Neredeyse bir ceset. Neredeyse bir beden artığı. Kimi anlatıyor?
Bağırmıyor diyor çingene için, ağlamıyor, sızlanmıyordu, şarkı dahi söylemiyordu.
Çingene şarkısız olur mu? İşte bu çingene şarkı dahi söylemiyordu. Her şeyden vazgeçmişti. Acaba Baudelaire edebiyatçının sonunu mu anlatıyor burada? Acaba o açılan modern zamanların başında...
...Cervantes ile açılan, Montaigne ile açılanın ölümünü mü anlatıyor? Yaşlı şairi mi anlatıyor? Hayatı artık önünde değil geride olanı mı? Şiiri mi anlatıyor? Bir zamanlar ünlü bir roman vardı. Önündeki Hayat diye (Romain Gary, Emile Ajar’ın yayımladığı ‘La Vie Devant Soi’ olan, Türkçeye ‘Onca Yoksulluk Varken’ adı ile çevrilen romanı).
Bugünlerde ise ünlü bir başka bir yapıt var: Antoine Compagnon’un La Vie Derriere Soi, Gerideki Hayat. Önündeki hayatın tükendiği, tükendiğinin hissedildiği hayat yoktur. Arkadadır çünkü. Proust, Dostoyevski leriyle, Gide leriyle, Tolstoy larıyla.
Don Quijote'de mi ‘arkadaki hayat’tır? Tahayyülü Don Quijote'nin yok mudur artık? Yani Gerçek hakkındaki düşüncemiz tükenmiş midir artık? Çünkü bizim düşüncemiz olmadığı için mi gerçeği bile düşünemiyoruz artık? Çünkü bize ait bir fikir olmadığı için mi... Don Quijote kadar bilge olmadığımız için mi? La Boetie’nin dediği gibi köleliğin içinde çırpındığımız için mi edebiyat artık arkada kalan bir yaşamdır? Artık kimse yaşlı ve yoksul şairin eski püskü kulübesine girmek istemez. Kimse orada kendini kaybetmek istemez. Şair de artık yaşlanmak ve yoksul olmak istemez.
Ama zaten eski püskü kulübesi olan şairin de yanına kimse girmek istemez. Proust'un Kayıp Zamanın İzinde romanını kaç kişi okudu? Don Quijote'nin iki ciltlik romanını kim okudu? Öyleyse galiba edebiyat aslında, Barthes’ın da deyişiyle aslında bir yas, yas tutma.
***
Don Quijote’de ne diyor Cervantes? Bütün devleri öldürmeliyiz diyor. Gururu öldürmeliyiz.
Yas tutalım mı peki arkasından? Gururu öldürmeliyiz. Arzuyu öldürmeliyiz. Arzusuz yaşamaya kimin gönlü yeter ki? Nasıl bir ihtiras içinde yaşıyoruz? Edebiyata ihtiyacımız mı var?
Öyleyse edebiyatın temel amaçlarından biri yas tutmak mı? Belki öldüremediğimiz öfkemizin ardından, belki öldüremediğimiz soğukkanlılığın ardından, belki öldüremediğimiz aç gözlüğümüzün ardından, belki yok edemediğimiz huzursuzluğumuzun ardından tuttuğumuz, belki despotlara sattığımız özgürlüğümüzün yası mıdır? Belki de yas deneyiminin sonudur edebiyat. Ne dersiniz? Yas deneyiminin kendisi mi sonu mu? Ama bir ilgisi var yas deneyiminin. Yok diyemeyiz.
Yas tutmak biliyorsunuz bir zaman işi. Bugün kimsenin yas tutmaya zamanı yok. Bir zaman sonra kendisi için de gelecek olan ölümü düşünme isteği de yok. Dışarıda arzu edilecek başka şeyler var.
Ölüm soğuktur. Herkes ılık ve sıcak sever. Bu hep öyle değil mi?
Yani ta Orfeus'tan, o şiirin başlangıç mitolojisinden başlatırsak, ta Proust’a kadar öyle değil mi? Yok olanın, yok olmuş aşkın melankolisi ve hatta neden olmasın, yası değil midir? Melankoli değil midir?
Melankoli ve yas tutmak yerine kendimizi duygularımıza salarız. Mesela kıskançlığa, öfkeye, hırsa, çıkara. Ve duygularımızı kutsarız. Ve duygusal olmayı birinci derecede bir duygu zannederiz. Ama edebiyat, geçen sefer de söyledim, paradokslar içindeki insanın tahlilidir. Paradokslar içindeki toplumun tahlilidir. Ve tabii ki ölümün tahlilidir.
Ve tabii ki ölümden sonraki cenazenin kaldırılmasının tahlilidir. Ama eğer edebiyat bugün bitmişse, cenazeyi anlatacak ve kaldıracak kimse yok. Edebiyat yoksa, yoksa kim anlatacak? Zaten bir an evvel de kurtulmamız gerekir, öyle değil mi? Görünmeyi sonraya erteleyemeyiz. Görünmeliyiz. Görünülen yerde melankoli yok.
Melankolinin olmadığı yerde edebiyat da yoktur. Proust kendisi söylüyor Kaybolmuş Zamanlar’da. Sanatın tek amacı değildir duyguları, ıstırapları anlatmak, kıskançlığı betimlemek diyor Proust, sanatın ham maddeleridir bunlar aynı zamanda. Ne diyor Cervantes, çürümüş yüzyılımız gezginci şövalyelerin muhteşem, kutsanmış dönemi değildir artık. Gezginci şövalyelere karşı değildir zannedildiği gibi Cervantes. Gezginci şövalyelerin yas tutanıdır. Genç kızlara ve yetimlere yardım edenin öldüğü dünyanın ağıtçısıdır. Don Quijote bir ağıttır, bir yastır bir yönüyle. Biten bir dünyanın yasıdır.
Şövalyeler gururluları cezalandıran silahşörlerin dönemiydi. Bugünkü dünyada kimsenin gururluları cezalandırma talebi yok. Çünkü gururlu olmak artık bir erdem. Gururları cezalandıran silahşörlere ağıt yakıyor Don Quijote. Don Quijote'nin gerçeklik hakkındaki fikri gerçeğin kendisinden daha mı doğru diye tekrar soruyor. Reddediyor gerçekleri Don Quijote. Bırakın ağıt yakayım demek istiyor belki. Don Quijote tabii ki şövalye romanlarının yararsız olduğu tezine karşıydı.
Heidegger'in ünlü hiçbir yere çıkmayan yolları vardır. Hiçbir yere götürmeyen yolları vardır. Don Quijote hiçbir yere çıkmayacak yolların savunucusudur.
Don Quijote, edebiyatın doğuşuna tanıklık ediyordu. Ama sanki erkenden yasını da tutmaya hazırdı. Şövalyelere aslında sahip çıkıyordu. Yani, zenginliğin ve çıkarın baş tacı edilmediği, görünmenin ve göstermenin baş tacı edilmediği, röntgenciliğin ve egzibisyonizmin kutsanmadığı bir dünyayı savunmaya gelmişti. Ama öyle bir dünya yoktu. Onun için komikti Don Quijote.
Don Quijote değil, edebiyatın bitmesi belki bugün ağlatıcı.
Ama yas tutmaya vaktimiz yok. Yas tutmak da istemiyoruz.
Edebiyat yasla at başı giden midir? Ama bu gidiş edebiyatın kendi yası olabilir mi? Birçok yerde aynı yası ve ağıtı görüp genelleştirme çabası mıdır edebiyat?
İşte burada edebiyatın amaçlarını anlıyoruz, sonu ve sınırlarını düşünüyoruz. Ölüm, keder, yas, bunları başkalarının kelimeleri ile yapıyoruz. Edebiyat yapıtlarına bakmanızı önerirken, haddim olmadan, tabii ki asıl işimiz olan Don Quijote'e de bakmayı ihmal etmeyin. Modern zamanların o büyük hayalcisine zaman ayıralım. Evet, herkese teşekkür ediyorum.