Taraftar!

Mete YAYLALI Spor
1 Ekim 2025 Çarşamba

1994 yılında Londra’da büyük bir kitapçıda ilgilendiğim bir konu için araştırma yapıyordum. Yaşı o günlerde 50 üzerinde gibi görünen bir görevli yanıma yaklaştı ve yardım isteyip istemediğimi sordu. Biraz konuştuk, yabancı olduğumu anladı. Hangi ülke diye sordu, Türkiye dedim. Ülkenin adını duyar duymaz hangi futbol takımının taraftarı olduğumu merak etti. Galatasaray dediğimde adamın gözleri ışıldadı ve Ben Galatasaray’ı çok seviyorum” dedi ve bir çırpıda ağzından Hakan Şükür ve Kubilay Türkyılmaz çıktı. Londra’da ünlü bir kitapçının bodrum katında bir Türk ile bir İngiliz arasında Galatasaray muhabbeti dönüyordu.

Şaşkınlıkla bakarken dedi ki Ben bir City (Manchester) taraftarıyım ve Galatasaray da Şampiyonlar Liginde United’i eledi.”

Gerçekten de 1993-94 Şampiyonalar Ligi eleme turunda Galatasaray Old Trafford’da ManU ile 3-3 berabere kalmıştı, Arif bir gol atarken Kubilay iki atmıştı. İstanbul’daki rövanş maçında 0-0 beraberlik ile ManU elenmişti.

City taraftarı bir İngiliz, rakip United’i eleyen bir Türk takımını bu yüzden çok seviyordu!

***

2004 yılıydı, oğlumun tenis turnuvası için Bangladeş’e gittim. Maçlar oynanırken bir kenarda çimlere oturup izliyordum. Yanıma 16-17 yaşında Bangladeşli bir çocuk gelip oturdu. Benimle konuşmak istiyor anlıyorum ama öyle bir havam yok. Sonunda beni dürttü.

-    Nerelisiniz?

-    Türkiye.

-    Galatasaray? Hasan Şaş?

-    Nereden çıktı şimdi bu soru?

-    Ben futbolcuyum ve Galatasaray’ı çok seviyorum. UEFA Kupası kazandılar.

Biraz konuştuk çocuk gitti. Birkaç saat sonra gelip beni buldu.

-     Bu akşam tesiste bizim milli takım antremanı var.Koç sizi de davet ediyor.

-    Bakarım, müsait olursam gelirim tabii.

Turnuvanın yapıldığı tesiste tenis kortları, kriket sahası, atletizm pisti ve futbol sahaları var yani Bangladeş diyerek geçmemek lazım hele de 20 yıl öncesinden bahsediyoruz.

Akşam işim yok, kalktım gittim. Sahanın kenarında uzak bir yere oturdum antremanı izliyordum ki başka bir genç koşarak yanıma geldi.

-    Koç sizi yanına davet ediyor.

Neyse ayıp olmasın diye koç ve diğer oyuncuların oturduğu yere gittim. Oyuncular hemen ayaklanıp bana yer verdi, koç ayakta karşıladı ve kendisini tanıttı. Antremanda bana sahadaki oyuncularını tanıtıyor, kimlerle maç yapacaklarını anlatıyor. Bir anda kendimi Premier Lig’den gelmiş futbol menajeri gibi hissettim, öyle bir ilgi var. Koç yine Galatasaray hayranı çıktı, benden daha fazla bilgiliydi tabii adamın işi bu.

Sonra dedi ki Bana Galatasaray’dan oyuncu tavsiye eder misin?” Hayrola dedim. “Bangladeş’e transfer etmek istiyorum” dedi. Nasıl bir oyuncu istiyorsun dedim. “Emre Belözoğlu ve Hasan Şaş profilinde” dedi. İçimden güldüm ama tamam bakayım dedim, Türkiye’de krallar gibi yaşayan elit oyuncular neden Bangladeş’e gelsin diyemedim.

***

Bu iki anıyı neden anlattım?

Futbolun sadece futbol olmadığını Simon Kuper yazmıştı.Biz de zaten biliyoruz da dünyanın birbirinden çok farklı sosyal yapıdaki toplumlarda insanlar arasındaki ilişki öznesi olması önemli. Üstelik de bu özne sporun kendisi değil, bir kulüp ya da bir sporcu.

Bangladeş’teki futbol antrenörü Emre ya da Hasan Şaş gibi bir futbolcuyu transfer edeceğini düşünüyordu. Halbuki bizim futbolcular bu spordaki kariyerlerini doğuda değil batıda arıyordu. Emre ve Okan o yıllarda Inter’de oynuyordu. Doğu kimsenin kariyer planlamasında yoktu, emekliliği yaklaşan futbolcular büyük paralarla Çin denemesi yapıyordu o kadar. Burak Yılmaz ve Ahmet Dursun örnekleri istisna sayılırdı.

Her ülkede futbola bakarak toplumun yapısını az çok anlamak mümkündür. Futbol, taraftarı olan bir spor dalı olduğu ve taraftarsız futbol oynanamayacağı, oynansa da yavan olduğu, tribünde taraftarı olmayan bir kulübün ancak semt takımı kimliğinde olduğu düşünülürse taraftarın aslında herşey olduğu ortada. İşte aralarında binlerce kilometre ve ona yakın da kültür farkı olmasına rağmen taraftar pasaportu bütün ilişkilerin anahtarı oluyordu.

Taraftar futbolda adeta kulübün sahibidir; en büyük taraftardır, futbolcular sahtekardır; taraftar hep şampiyonluk ister; futbolcuya verilen bonservis ve maaşın kendi cebinden çıktığına inanır. Buralarda biraz da taraftara hak vermek gerekiyor. Karda kışta tribüne koşar, deplasmanda takımın yanında durur, forma alır, yayın paketi alır. Futbol bir gösteridir ve seyirciler de taraftardır.

Taraftar isterse futbolcuyu takımdan keser, isterse antrenörü gönderir hatta kulüp yönetimini de gönderir. Statlar toplumun isyan ettiği alanlar da olabilir şölen alanı da.

Fenerbahçe örneği

Son örnek, Fenerbahçe kulübünde önce dünyanın sayılı antrenörlerinden Portekizli Mourinho’nun ve sonra da yedi yıldır başkanlık yapan Ali Koç’un gönderilmesi. İki örnek arkasında başka hesaplar olabilir ama sonuçta büyük umutlarla on yıllık şampiyonluk hasretine son vermesi beklenen iki ismin taraftarın bu beklentisine cevap verememesidir asıl gerçek. Bir antrenör ya da bir başkan takımı şampiyon yapmaya nasıl söz verir anlaşılır değildir. Fakat taraftar bunu bekler.

Mourinho’nun başarısız olduğu (!) bir kulvarda adı sanı duyulmamış bir başka antrenör nasıl başarılı olabilir? Elbette olabilir. Futbol iki takımla oynanmıyor. En güçlü gibi görünen takım birçok maç kaybedebilir, işler aniden tersine dönebilir, başarısız sonuçlar peş peşe gelince taraftar isyan edebilir, antrenör kovulabilir, yenisinin bir düzen sağalaması zaman alır ve sezon gider.

Gördünüz mü yine işin içine taraftar girdi!

Toplumsal yapıyı ve taraftar davranışlarını incelemeye yine Fenerbahçe üzerinden devam edeyim çünkü bana göre Fenerbahçe taraftarı Türk toplumunu çok iyi yansıtıyor ve futbol kamuoyunda çok etkili.

Birkaç enstantane bu süreçte dikkatimi çekti.

Benfica’dan eski Galatasaraylı futbolcu Kerem Aktürkoğlu transfer edildi. Kerem çok top kaybıyla oynasa da çok etkili bir sporcu, mental açıdan kırılgan ama yetiştiği ortam düşünülürse bu normal. Fenerbahçe’ye de çok yararlı olacağına inanıyorum.

Kerem uçaktan iner inmez tribün liderleri (!) tarafından omuzlarından yakalanıp boynuna atkı başına şapka geçirilip taraftar huzuruna çıkarıldı. Çocuğun gözlerindeki şaşkınlık belki de biraz korku görülebiliyordu.

Kerem yıllık 7 milyon Euro anlaşma yapmış ve “gel bakalım şuraya” diyen adamlar oraya metrobüsle gelen,o parayı ömrü boyunca göremeyecek tribün liderleri! Fakat o sahada taraftar borusu ötüyor ve patron onlar. Bir maçta birkaç kritik top kaybı yapan Kerem’e tribünden gösterilecek tepki, çocuğu artık topa dokunmaya bile korkar hale getirebilir.

Fenerbahçe haklı olarak adı sanı duyulmayan genç bir Alman-İtalyan antrenörle anlaşıyor, Tedesco. Söylenenler doğruysa antrenör takımdaki oyuncuları inceliyor ve fetvayı veriyor Ben bu takımı şampiyona yaparım!”

Nasıl yapacaksın diye kimse sormuyor; yönetim bu sunumdan (!) etkileniyor ve kontratı basıyor. Artık tribündeki taraftar bu antrenörden şampiyonluk bekliyor. O sırada başkan değişiyor ve yeni başkan kucağında yeni transferlerle bu antrenörü buluyor. Genç antrenör henüz dört lig maçında takımın başında çıkıp iki beraberlik ve Avrupa Liginde de mağlubiyet alınca taraftar homurdanmaya, kellesini istemeye başlıyor. Yeni başkan da buna çoktan teşne olduğu için arayışlar başlıyor. Ne zaman başlıyor? Henüz altıncı maç sonrası. Ortada dönen isimleri yazmakta sakınca yok. Fenerbahçe’nin eski futbolcuları ve antrenörleri Aykut Kocaman ile İsmail Kartal’ın adı geçiyor. Arada bir yerlerde yine eski kaleci ve antrenörlük geçmişi sınırlı TV yorumcusu Volkan Demirel adı da dolaşıyor.

Aykut Kocaman dört yıldır sahalardan uzak, maçları tribünde ya da evinde izliyor fakat favori isim oluyor.

Volkan Demirel büyük bir özgüven sahibi Türk olarak ekranlardan Ben göreve hazırım, beni istiyorlar, yardımcı antrenör falan olmam kardeşim” diyor.

Kulübün eski futbolcuları yani abileri toplanıyor ve Tedesco sonrasına Aykut’a destek veriyorlar; Tedesco hala görevi başındayken oluyor bunlar.

Kimsenin aklına Yahu bu adam Bundesliga’da Schalke’yi çalıştırmış, Leipzig’i çalıştırmış, Belçika milli takımını çalıştırmış. Aykut kim, Volkan’a ne oluyordemek gelmiyor. Çünkü taraftar daha ligin yedinci haftası bitmişken Galatasaray’ın altı puan gerisinde kalınmasını şampiyonluk kaçtı olarak yorumluyor.

İşin içine futbol girince kimse rasyonel düşünemiyor.

İşin içine taraftarlık girince sabır olmuyor, telaş egemen oluyor.

İşin içine Fenerbahçe ya da Galatasaray gibi büyük sivil toplum kuruluşlarının teknik patronluğu girince özgüven patlaması yaşanıyor, kimse ben bu göreve layık mıyım demiyor, tecrübem bu dev kitleye yeter mi demiyor; ben böyle yıldızlar karması ve tavan yapmış egolarla dolu soyunma odasında ne yaparım demiyor.

Ne diyor?

“Özgeçmişi başarılarla dolu adam geldi yapamadı, eh benim neyim eksik ben de deneyeyim belki tutar” diyor.

Konuyu Fenerbahçe örneğinden yürüttüm fakat Galatasaray da farklı değil, farklı bir gezegenin insanları değiller.

Okan Buruk üç yıldır Galatasaray’ı Süper Lig şampiyonu yapmış, beşinci yıldızı formaya takmış bir teknik direktör. Şampiyonlar Liginde ilk grup maçında Eintracht Frankfurtdan deplasmanda beş gol yiyor ve taraftar neredeyse kellesini almaya yelteniyor, medyada yorumcular (!) adamı linç ediyor, istifasını isteyenler,yerine antrenör bakanlar var. Beş yediğin takım Bundesliga’nın top 3-5 takımından biri. Fakat farketmiyor, iki gol yeseydin kimse sesini çıkarmazdı ama beş gol yediğinde istifa edeceksin. Antrenörün ve oyuncuların da insan olduğunun kimse farkında değil, hep başarı istiyor.

Okan Buruk birkaç maç arka arkaya puan kaybetsin taraftar yine ayaklanacak, şampiyon olma ihtimali azalırsa stadyum istifa sesleriyle inleyecek, yönetim dayanamayacak ve antrenörü taraftarın önüne atacak.

Futboldan toplum yapısını anlamaya çalıştık ama diğer sporlar bundan farklı değil.

Kimse ustalığın çırak olmaktan geçtiğini bilmiyor.

Çünkü ustalık basamaklarını çıkmak hem zaman istiyor hem de çok çalışma yanında büyük fedakarlıklar.

Çıraklığını ve kalfalığını yapmadığın işin ustalığına soyunmayacaksın derlerdi eskiler.Ne yazık ki günümüz toplumunda ve hızlı tüketilen erdemler çağında herkes hayata usta olarak başlamak istiyor çünkü ustanın maaşı çıraktan çok daha fazla!

Eh taraftar burada nerede duruyor?

Taraftar sadece futbol taraftarı çünkü toplumsal birliği ancak kalabalıklar arasında stadyumda sağlayabiliyor, isyanını eyleme stadyumda döküyor, eyleminin sonuçlarını da stadyumda alıyor. Sonuç aldıkça kendini güçlü hissediyor çünkü birlik olarak güçlü olduğu başka bir ortam yok.

Bu tepkisini futbolcuya ve kulüp başkanına gösteriyor fakat stadyumdan çıktıktan sonra önüne sandık gelince taraftarı olduğu siyasi partiye düşünmeden mührü basıyor. Kulüp başkanını değiştirebilen irade neden siyasi parti başkanını ya da iktidarı değiştiremiyor?

Çünkü neden değiştirsin ki, değil mi?

O halde…

En büyük taraftar, futbolcular sahtekar!

Etiketler:

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün