1943 yazı. İstanbul, II. Dünya Savaşı’nın ortasında tarafsız bir liman gibi görünse de, gerçekte dünyanın en yoğun casusluk trafiğinin yaşandığı şehirlerden biriydi. Savaşın kasveti Boğaz kıyılarında yoğun biçimde hissediliyordu. Şehir, dünyanın en büyük istihbarat örgütlerinin kavşağına dönüşmüştü. İngiliz Gizli Servisi MI6 ajanlarıyla Alman Abwehr görevlileri aynı kahvelerde oturuyor, Amerikan OSS mensuplarıyla Sovyet casuslarının yolları Pera otellerinde kesişiyordu. İşte bu karmaşanın ortasında, görünürde sıradan bir diplomat eşi olan bir kadın, tarihin en sıra dışı casusluk hikâyelerinden birine imza atacaktı: Mary Alison Walters, ya da o dönem İstanbul’da bilinen adıyla Baroness Mary Miske.
Sıra Dışı Bir Hayatın Başlangıcı
Mary Alison Mayers’in hayatı, o günlerin İstanbul’u gibi çok kültürlü ve karmaşık başladı. 1894’te Rusya’nın Ustje kasabasında, Alman bir baba ile İngiliz bir annenin kızı olarak dünyaya geldi. Çocukluğunu Northumberland’da teyzesinin yanında geçirdi. Burada özel mürebbiyelerden eğitim aldı. Genç bir kadın olup dünyanın geri kalanını merak etmeye başladığı zamanlarda, daha sonraları pasaport konusunda problem yaşamasına neden olacak üç ülke vatandaşlığı ve çok iyi konuştuğu beş yabancı dili bavuluna alıp Avrupa’ya doğru yola çıktı. 1920’lerde Budapeşte’de İngilizce öğreterek yaşamını sürdürdü. Burada siyasî ve diplomatik çevrelerle tanıştı. Bu ortamda hayatını değiştirecek kişiyle karşılaştı: Macar diplomat Baron Jenö Miske.
İkili 1931’de Viyana’da evlendi. Mary için bu evlilik yalnızca yeni bir soyadı ve soyluluk unvanı getirmekle kalmadı. Aynı zamanda diplomatik seçkinlerin dünyasına giriş yaptı. Baron’un Macar dışişlerinde aldığı görevler, çiftin yolunu Avrupa’nın farklı merkezlerine düşürdü. Trieste, Münih ve nihayet İstanbul. Mary, yüksek sosyetenin gözde davetlerinde boy gösteren zarif bir diplomat eşi olarak tanınıyordu. Ama perde arkasında çok daha tehlikeli bir kimlik edinmek üzereydi.
İstanbul’da Çifte Hayat
1941’de İstanbul’a geldiklerinde, şehrin casusluk ağları çoktan örülmüştü. Special Operations Executive (SOE) olarak anılan İngiliz istihbaratı kendisiyle temasa geçti. Kısa bir süre sonra Mary ‘Fruit’ kod adıyla MI6 için çalışmaya başladı ve bu çevrede Miss May olarak bilindi. Resepsiyonlarda diplomat eşi kimliğiyle dikkat çekmeyen Mary, aynı zamanda Budapeşte–Zagreb–Sofya hattında belge ve mesajlar taşıyan bir ajandı. Nazi karşıtı sosyal demokratlarla temas kuruyor, Abwehr faaliyetleri hakkında bilgi toplayarak İngilizlere iletiyordu.
Tutuklanma ve Ölüm Cezası
Haziran 1942’de Budapeşte’de yürüttüğü gizli bir görev sırasında yakalandı. Üzerinde belgeler bulundu. Çıkarıldığı Alman-Macar askeri mahkemesi tarafından casuslukla suçlanarak idama mahkûm edildi. Karar daha sonra müebbete çevrildi. Mary aylarca o dönem zorlu koşullarıyla bilinen Conti Utca hapishanesinde tek kişilik hücrede kaldı. Gardiyanların işkenceleri ve ağır koşullar altında hayatta kalmayı başardı. Bu sırada eşine bir zarar getirmemek için kalben olmasa da resmi olarak boşandı.
Diplomat Eşliğinden Takas Edilen Casusa
Mary’nin kaderi, II. Dünya Savaşı’nın belgelenmiş tek casus değişiminde çizildi. Esaret günleri, İngiltere’de tutuklu bulunan, Almanya için casusluk yapmakla suçlanan Macar diplomat Eugene Wieser ile takas edilmesi ile sona erdi. The National Archives’daki belgelere göre bu esir takası 13 Ağustos 1943 tarihinde İstanbul’da gerçekleşti. Özgürlüğüne kavuşmasının ardından İngiltere’ye döndü. Ancak özgür günleri beklenmedik şekilde son bulacak ve çok daha sert koşullara dayanması gerekecekti.
Savaşın ardından trajedi yeniden kapısını çaldı. Esir kaldığı dönemde anlaşmalı boşanma ile yolları ayrılan kocasını bulmak için 1946’da Viyana’ya gitti. Ancak Baron’un intihar ettiğini öğrendi. Her ne kadar intihar ettiği söylense de kocasının ölümü şüpheliydi. Bunun üzerine eşinin mezarını ziyaret etmek amacıyla Macaristan’a geçtiği sırada bu kez Sovyet gizli servisi tarafından tutuklandı.
Sovyetler, Mary’nin geçmişte İngiliz ajanı olduğunu biliyordu. Bu nedenle hakkında gizli arama kararı bulunan Mary 1947’deki tutuklanmasının ardından tam dokuz yıl boyunca esaret altında kaldı. Önce Budapeşte, sonra Baden hapishanesi, en sonunda Sovyet gulaglarındaki Vorkuta Kampı’na gönderildi. Vorkuta, Kuzey Kutup Dairesine yakın bir kömür madeni kampıydı. Soğuk ve açlıkla örülü bir cezalandırılma yeriydi. Yaşamının 1948 ile 1956 yılları arasını bu kampta, fare istilaları, soğuk, açlık ve işkenceler altında geçirdi. Stalin’in ölümünü dışarıdan haber almadan, yalnızca gardiyanların tavırlarındaki farklılıktan sezinlemişti. 1956’da Sovyet liderleri Kruşçev’in Londra ziyareti sırasında diplomatik jest olarak serbest bırakıldı. İngiltere’ye dönmesinin ardından Dışişleri Bakanlığı’nın IRD (Information Research Department) adlı anti-komünist propaganda biriminde çalışmaya başladı. Ne var ki Vorkuta yılları onda derin yaralar bırakmıştı. Bastonsuz yürüyemiyor, sık sık sinir krizleri geçiriyordu. Buna karşın çalışmayı bırakmadı.
Mary Alison Walters, ya da Baroness Mary Miske, 21 Ağustos 1980’de 86 yaşında öldü. Londra’da, St Nicholas’s mezarlığında toprağa verildi. Mezar taşında Milton’un Kayıp Cennet’inde geçen, “Cesaret, asla boyun eğmemek ve vazgeçmemektir” yazısı altında sonsuz uykusunda uyuyor.
Mary Miske’nin hikâyesi, savaşın yalnızca cephelerde değil, görünmez alanlarda da sürdüğünü hatırlatır. Bir diplomat eşi, bir İngiliz ajanı, bir Sovyet tutsağı olarak hayatı boyunca kimliği parçalanmış, ama her defasında dirençle hayatta kalmış bir kadındı. Onun öyküsü, kadınların savaşlarda üstlendikleri gizli rollerin ve ödedikleri ağır bedellerin unutulmaması gerektiğini de hatırlatan bir detay. Zira mezar taşına kazınan Milton dizeleri, yalnızca onun bireysel direncini değil, aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinde özgürlük uğruna mücadele eden tüm kadın casusların kolektif ruhunu da temsil eder nitelikte. Bir başka yazıda bu kadınların hayatlarında buluşmak üzere…
***
Kaynakça:
Helen Fry, Women in Intelligence, The Hidden History of Two World Wars, Yale University Press