Gilded Age'den Robert Kolej'e: İki dünya arasında bir diplomat

Bahar AKPINAR Perspektif
20 Ağustos 2025 Çarşamba

Duygusu hiç yaz gibi olmayan, ten yakan ama ruh üşüten bir mevsimi geride bırakıyoruz. Hız kesmeyen siyasi gündem, ardı arkası kesilmeyen yangınlar, rekor sıcaklıklar ve korkutan depremlerle bu yaz, zihni de bedeni de yoran bir yüke dönüştü. Tüm bu gündemin arasında HBO’nun The Gilded Age dizisi, neredeyse nostaljik bir kaçış alanı sundu bana. Amerika’nın modernleşme sancılarını, sınıf savaşlarını ve görkemli malikânelerin gölgesindeki eşitsizlikleri anlatan yapım, ilk sezonundaki durağanlığı hızla geride bırakarak bu yazın en sürükleyici anlatılarından birine dönüştü.

‘Gilded Age’, yani Yaldızlı Çağ ifadesi, Mark Twain’in 1873’te Charles Dudley Warner’la birlikte yazdığı aynı adlı romandan alınan bir kavram. Twain, bu kavramla Amerika’nın içi çürük ama dışı parıltılı dönemine dikkat çeker. 1870’lerden 1900’lerin başına dek süren bu çağ, endüstrileşmenin hız kazandığı, demir yollarının genişlediği, şehirlerin büyüdüğü ama aynı zamanda gelir eşitsizliğinin derinleştiği, işçi sınıfının ezildiği ve siyasetin rüşvetle iç içe geçtiği bir devri temsil eder. Bu dönemin simge isimleri arasında, güçlerini agresif sermaye birikimiyle pekiştiren haydut baronlar öne çıkar: demiryolu kralı Cornelius Vanderbilt, çelik devi Andrew Carnegie, petrol imparatoru John D. Rockefeller ve finansın mutlak hâkimi J.P. Morgan gibi…

İşte böylesine çelişkili ve dinamik bir dönemde, Osmanlı İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri arasında diplomatik ilişkiler de güç kazanmaya başlar. Bu ilişkilerin simge isimlerinden biri, Amerikalı siyasetçi ve diplomat Oscar Solomon Straus olur. Yahudi kökenli Straus, Amerika’nın Osmanlı İmparatorluğu’na atadığı ilk büyükelçidir. 1887 yılında Başkan Grover Cleveland tarafından İstanbul’a elçi olarak gönderilmiş, ardından 1909’da, bu kez Başkan Theodore Roosevelt döneminde yeniden aynı göreve atanmıştı. Böylece II. Abdülhamid’in istibdat rejimine, Meşrutiyet’in sancılı doğumuna ve imparatorluğun çöküş evrelerine tanıklık eder. Straus bu tanıklığını 1922 yılında yayımlanan ‘Under Four Administrations’ adlı anı kitabında aktarır. İstanbul anıları gelişinin hemen ardından katıldığı Selamlık töreniyle başlar:

İlk izlenimler

“İstanbul’a vardığım ilk cuma günü Sultan’ın Selamlık törenine katıldım. Boğaziçi’ne nazır caminin etrafında dizilen alaylar, farklı vilayetlerden gelen askerler ve ihtişamlı sancaklar göz kamaştırıcıydı. Halk, Padişah’ın geçişi sırasında secdeye kapanıyordu. Sultan arabasında Osman Paşa ile birlikteydi. Kısa bir süre için halka görünüyor, ardından camiye gidip dua ettikten sonra hızla Yıldız Sarayı’na dönüyordu. Bu merasim, onun nadiren göründüğü anlardan biriydi; törende ihtişam vardı, fakat Padişah’ın ihtiyatlı tavrı her ayrıntıya sinmişti.”

Straus’un gözlemleri bir yılan hikâyesine dönen güven mektubunu sunma töreniyle devam eder: “Bu törenden sonra en önemli vazifem güven mektubumu takdim etmekti; ancak bu görev defalarca ertelendi. Önce Sultan’ın meşguliyeti ileri sürüldü, sonra Ramazan ayı başladı ve ay boyunca hiçbir kabul yapılmadı. Bayram geçtikten sonra da yeni bahanelerle haftalar ayları kovaladı. Nihayet uzun bekleyişin ardından Yıldız Sarayı’na çağrıldım. Osmanlı protokolüne uygun olarak güven mektubumu sundum.”

Straus’un gözlemlerine göre Sultan II. Abdülhamid küçük yapılı, zayıf ve hareketlerinde son derece ihtiyatlı bir hükümdardı. En dikkat çekici yanı gözleriydi; daima çevresini kolaçan eden, şüpheyle bakan ve sürekli tetikte bir izlenim uyandırıyordu. Yabancı elçilerle doğrudan konuşmaz, yalnızca Türkçe konuşur ve dragoman aracılığıyla iletişim kurmayı tercih ederdi. Görüşmeler kısa tutulur, siyasi konulara girilmez, nezaket ifadeleriyle sınırlı kalırdı. Kahve ve sigara ikramı ise Osmanlı sarayının alışılagelmiş konukseverlik göstergesiydi. Straus’un anlattıkları, Abdülhamid’in hem ihtiyatlı mizacını hem de diplomatik temaslardaki mesafeli tavrını berrak biçimde yansıtır.

Kolej, imparatorluğu etkileyen güçlü bir fikir merkezine dönüştü”

Straus’un görevinin en önemli meselelerinden biri eğitim alanında ortaya çıkar. Osmanlı hükümeti yabancı okulları sıkı denetim altına almaya çalışırken, Amerikan kurumları bu coğrafyada etkilerini her geçen gün artırıyordu. Bu etkilerin en belirgin adresi ise Robert Kolej’di.

“1887’de Robert Kolej’in mezuniyet törenine katıldım. Okulun sıralarından çoğunlukla Bulgar, Rum ve Ermeni gençler yetişiyor, Türk öğrencilere ise pek rastlanmıyordu. Konuşmamda Amerikan okullarının savaş değil, barış ve ilerleme taşıdığını vurguladım. Kolejin başkanı Dr. Washburn ve profesörleri Long ile Grosvenor, Osmanlı’da saygı gören isimlerdi. 1888’de okulun yeni binalara ihtiyacı doğduğunda karşılaşılan engelleri Sadrazam Kâmil Paşa’nın desteğiyle aşarak genişlemesini sağladık. Robert Kolej, yalnızca bir eğitim kurumu değil, imparatorluğun geleceğini etkileyen güçlü bir fikir merkezine dönüştü.”

1887’de Osmanlı İmparatorluğu’nun demiryolu imtiyazları etrafında yaşanan tartışmalar, devletin ekonomik sıkışmışlığını ve Batılı sermayeye bağımlılığını gözler önüne serdi. Bu süreçte öne çıkan isimlerden biri, Münih doğumlu, Avusturya-Macaristan soyluluk unvanına sahip Yahudi banker Baron Maurice de Hirsch’ti. Osmanlı hükümetiyle 132 milyon franklık bir alacak davası nedeniyle İstanbul’a gelen Baron, mesele hakeme taşınınca Sultan’ın önerdiği Oscar Straus’un adı gündeme geldi. Straus, çıkar çatışması şüphesi doğuracağı endişesiyle hakemliği kabul etmedi, ancak arabulucu oldu. Görüşmeler sonucunda dosya Alman hukukçu Prof. Gneist’e gitti ve Baron, Osmanlı’ya 22 milyon frank ödemeyi kabul etmek zorunda kaldı.

Straus’un hatıratında aktardığı üzere, bu temaslar diplomatik pazarlıkların ötesinde insani bir boyut kazandı. Tek çocuklarını kaybetmiş olmalarına rağmen yardım faaliyetlerini sürdüren Hirsch çifti, İstanbul yakınlarında demiryolu hattı yüzünden evleri yıkılan yoksulların zararını kendi ceplerinden karşılama kararı aldılar. Barones’in isteğiyle alınan bu karar, onu dönemin gözünde bir aristokrattan çok yoksulların hamisi kıldı. Straus’un aracılığıyla Baron, New York’taki hayırsever çevrelerle de tanıştı. Meyer S. Isaacs, Jesse Seligman ve Jacob Schiff gibi Amerikan Yahudi toplumunun önde gelenleriyle kurulan bağlar sonucunda Baron de Hirsch Fonu ve Baron de Hirsch Trade School ortaya çıktı. Barones ise daha sonra Clara de Hirsch Home for Working Girls’ü destekledi. Böylece Osmanlı’daki bir mali anlaşmazlıktan doğan ilişki, Atlantik’in öte yanında göçmen Yahudilere kalıcı kurumlar armağan eden bir filantropi zincirine dönüştü.

Bu yıllarda Osmanlı hükümeti, yalnızca Avrupa sermayesine bağımlı kalmamak için Amerikan yatırımcılarını da sürece dâhil etmeye çalışıyordu. Sadrazam Kâmil Paşa, İstanbul’dan Basra Körfezi’ne uzanacak yeni demiryolu hattı için Amerikalı mühendis ve bankerlerin ilgisini çekmesi konusunda Straus’a başvurdu. Straus, önce Vanderbilt’i devreye sokmaya çalıştı. Ancak Vanderbilt bu teklifle ilgilenmedi. Bunun üzerine Carl Schurz ve Henry Villard gibi yaldızlı çağın öne çıkan diğer Amerikan yatırımcılarıyla görüştü. Ne var ki tüm girişimler sonuçsuz kaldı. Demiryolu imtiyazı Alman, İngiliz ve Fransız bankerlerinin kontrolüne geçti. Böylece Osmanlı topraklarında Amerika’nın demiryolu serüveni başlamadan sona erdi. Bir başka deyişle, Amerika’nın yaldızlı çağı, parıltısını kaybetmek üzere olan Osmanlı’ya ulaşamadı.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün