Hitler Almanyası'nda Amerikan gazeteciliği

Bahar AKPINAR Perspektif
23 Temmuz 2025 Çarşamba

Kasım 2022’de Şalom’da yayımlanan Associated Press ile ilgili yazımda, Nazi Almanyası’ndaki basın faaliyetlerinin perde arkasını aralamış, devamını daha sonra ele almak üzere yazıya noktayı koymuştum. Bu ay, kalemi bıraktığım yerden alarak sahnedeki diğer oyunculara, bireysel gazetecilere ve onların ikircikli tanıklıklarına odaklanıyorum. Bu yazıda, Augsburg Üniversitesi’nde çağdaş tarih alanında çalışan Alman akademisyen Norman Domeier’in American Journalists in Hitler’s Germany adlı titiz çalışmasından yola çıkarak, dönemin Berlin’inde görev yapan Amerikalı muhabirlerin nasıl yalnızca gözlemci değil, rejimin doğrudan parçası hâline geldiklerine beraberce bakalım.

1930’ların ve 40’ların Berlin’i, Amerikan basını için yalnızca bir haber merkezi değil; aynı zamanda diplomatik, etik ve hatta psikolojik sınırların sürekli ihlal edildiği bir sahneydi. Domeier’in ifadesiyle, o dönem Berlin’de görev yapan Amerikalı gazeteciler ne bütünüyle bağımsız gözlemci ne de doğrudan işbirlikçiydiler. Gri bir alanda, tanıklıkla taraf tutmanın, suskunlukla iktidar ortaklığının arasında salınıyorlardı. Kimi zaman haber uğruna rejime yaklaştılar, kimi zaman ayrıcalıklarını korumak için sessiz kalmayı seçtiler. Oysa ellerindeki kalem yalnızca haber yazmıyor; tarihin nasıl hatırlanacağını da şekillendiriyordu.

O dönem Berlin’de görev yapan Amerikalı gazeteciler arasında özellikle NBC muhabiri Max Jordan örneği dikkat çekicidir. Jordan, Almanya’nın Danimarka ve Norveç’e yönelik saldırı planlarını üç gün öncesinden öğrenmişti. Üstelik bu kritik bilgiyi kendisine ileten kişi, dönemin önde gelen muhafazakâr muhaliflerinden, eski Leipzig belediye başkanı ve gelecekte 20 Temmuz Hitler suikast girişiminin sivil liderlerinden biri olacak Carl Goerdeler’di. Goerdeler’in bu bilgiyi Jordan’a vermesi, Nazilere karşı uluslararası kamuoyunun desteğini arayan bir direnişin ilk sinyallerinden biriydi.

Ancak Jordan, kamuoyunu bilgilendirmek yerine, bu bilgiyle Kopenhag’a gidip sokaklarda dolaşmayı tercih etti. Saldırı başladığında oradaydı ama suskundu. Domeier, bu örneği, haber yapmamakla ihanete ortak olmak arasındaki tehlikeli belirsizliğe işaret eden bir kırılma noktası olarak sunar. Jordan bu olayda bir gazeteci gibi değil, adeta bir diplomat gibi davranmış, elindeki bilgiyi saklamayı seçmişti.

Jordan’ın bu sessizliği, yalnızca bir haberi değil, aynı zamanda savaşın seyrini etkileme gücü olan bir bilginin gölgede kalmasına neden oldu.  

Kitabın en sarsıcı bölümlerinden biri, Holokost’un Amerikan basınındaki yetersiz temsiline odaklanıyor. Özellikle 1941 sonrasında, Nazi rejiminin “nihai çözüm” planının çerçevesi artık kamuoyundan gizlenemez bir hal almıştı. Buna rağmen, Berlin’deki Amerikalı muhabirlerin çoğu bu gerçeği ya doğrudan görmezden geldi ya da üstü kapalı biçimde geçiştirdi. Bu suskunluk zincirini kıran nadir isimlerden biri, CBS muhabiri William Shirer’dı. Berlin Diary adlı eseriyle, Nazi Almanyası’nda yalnızca siyasi değil, gündelik hayattaki totaliter dönüşümü de aktaran ender seslerden biri oldu. Shirer, propagandanın gölgesinde gerçeğe ulaşmanın yollarını arayan bir muhabir olarak, kendi meslektaşlarının konforlu sessizliğinden açıkça ayrılıyordu.

Öte yandan, Associated Press’in kıdemli Berlin Şefi Louis Lochner gibi deneyimli gazetecilerin ellerinde, rejimin karanlık niyetlerini açığa vuran çok somut belgeler vardı. Bunlardan en önemlisi, Hitler’in 22 Ağustos 1939’da, Polonya işgali öncesi üst düzey Nazi yetkililerine yaptığı gizli konuşmaydı. Bu konuşmada Hitler, bir yandan Polonya’nın acımasızca işgal edilmesi gerektiğini vurgularken, diğer yandan Yahudilerin yok edilmesine dair niyetini de açıkça dile getiriyordu. Lochner, bu konuşmanın içeriğine ulaşmıştı. Ancak bunu yıllar sonra yayımladığı anılarında paylaştı. Oysa bu belge, savaş başlamadan önce kamuoyuyla paylaşılsaydı, yalnızca uluslararası diplomasi değil, belki kamu vicdanı da bambaşka şekillenebilirdi.

Domeier, bu suskunluğun yalnızca kişisel zaaflara değil, aynı zamanda yapısal ve kültürel etkenlere dayandığını vurgular. Amerikan kamuoyunun I. Dünya Savaşı’ndan kalma ‘abartılı propaganda’ travması, Holokost haberlerinin de ‘şüpheli’ algılanmasına neden olmuştu. Ayrıca dönemin gazetecilik anlayışı da cephe hareketlerini, siyasi demeçleri, askeri gelişmeleri öncelikli kılıyor; kamplardaki yavaş yavaş derinleşen dehşeti ‘habere dönüştürmekte’ yetersiz kalıyordu. Yani hem yazılanlar hem de yazılamayanlar, o büyük felaketi görünmez kılmıştı.

Kadın muhabirler

Kitapta öne çıkan bir diğer güçlü damar ise, dönemin erkek egemen gazetecilik sahnesinde varlık gösteren kadın muhabirler. Dorothy Thompson ve Sigrid Schultz, yalnızca meslekî yetkinlikleriyle değil, Nazi rejimi karşısında takındıkları tutumla da diğer meslektaşlarından ayrılıyor. Thompson, Almanya’daki görev süresi boyunca Hitler’in kişisel niteliklerini alaya alan bir yazı kaleme almış, bunun üzerine 1934’te bizzat Goebbels’in girişimiyle sınır dışı edilmişti. O dönem için bu, yalnızca bir meslekî bedel değil, aynı zamanda kamusal bir cesaret örneğiydi. Thompson, Amerika’ya döndüğünde Nazizm karşıtı en güçlü kalemlerden birine dönüşecek ve kamuoyunu Hitler tehdidine karşı uyaran erken seslerden biri olacaktı.

Chicago Tribune Berlin muhabiri Sigrid Schultz ise çok daha farklı bir stratejiyle ilerledi. Domeier’in çizdiği portrede Schultz, rejimle doğrudan çatışmak yerine, perde arkasında bilgi toplamayı, özellikle Hermann Göring gibi görece daha ‘pragmatik’ Nazi yetkilileriyle temas kurmayı seçmişti. Bu sayede yüksek düzeyde bilgiye erişim sağladı ve Nazi Almanyası’nın iç yapısına dair detayları Amerika’ya aktardı. Ancak bu strateji onu sürekli bir risk bölgesinde tuttu. Basın kartının iptal edilmesi, takip edilme, tehdit alma gibi durumlarla sık sık karşılaştı. Schultz’un gazeteciliği, bir yandan haberi ulaştırma çabası, öte yandan hayatta kalma stratejileriyle örülüydü.

Her iki kadın da, dönemin erkek muhabirlerinden çok daha açık sözlü ve çok daha hazırlıklıydı. Domeier’e göre bu durum tesadüf değildi. Çünkü kadın gazeteciler, basın kulislerinde ciddiye alınmak için zaten erkek meslektaşlarından daha fazlasını yapmak zorundaydı. Bu da onları daha dikkatli gözlemciler ve daha sağlam belge toplayıcıları hâline getiriyordu. Ayrıca kadın oluşları, Nazi yetkililerinin onlara bir tür ‘zararsızlık’ atfetmelerine yol açıyor, bu da bazen onlara önemli bilgilerin sızmasına imkân tanıyordu. Ancak bu ayrıcalık, aynı zamanda kırılgan bir zemin demekti: En küçük bir sapma ya da rejim eleştirisi, onları hedef hâline getirmeye yetiyordu.

Thompson ve Schultz’un hikâyeleri, gazeteciliğin yalnızca bilgi aktarmak değil, aynı zamanda rejimle kişisel ve meslekî düzeyde bir hesaplaşma alanı olduğunu da hatırlatıyor. Erkek gazetecilerin çoğu sistemle “çalışabilir bir denge” ararken, bu iki kadın kalem, ya alenen ya da stratejik bir mesafeyle direnişi tercih ettiler.

Nazi rejiminin yabancı basına yaklaşımı

Domeier’in çalışmasının en çarpıcı yanlarından biri, Nazi rejiminin gazetecilere yönelik yaklaşımının yalnızca baskı ve sansürle sınırlı olmadığını göstermesidir. Rejim, dış basını doğrudan yasaklamak yerine, onu dönüştürmeyi, yönlendirmeyi ve hatta kendi lehine çalıştırmayı amaçladı. Bu da karmaşık ve çoğu zaman etik dışı ilişki biçimlerini beraberinde getirdi. Berlin’deki yabancı gazetecilere verilen özel basın toplantıları, sahnelenmiş propaganda turları, önceden belirlenmiş röportajlar ve ‘dostane’ hatırlatmalar bu stratejinin birer parçasıydı. Hitler, Mussolini ya da Stalin’in aksine, dış dünyadaki imajını umursayan bir diktatördü. Bu yüzden özellikle Amerikan basınına karşı açık kapı politikası uygulandı; rejim, kendi vahşetini perdelemek için onların kalemini ustalıkla kullandı.

Gazetecilerle kurulan bu ilişki yalnızca kamusal değil, özel hayatlara da sızıyordu. Bazı muhabirler Nazi yetkilileriyle kişisel dostluklar kurdu, bazıları propaganda bakanlığı tarafından ağırlanarak ayrıcalıklı bilgilere erişti. Domeier, bu ilişkileri ‘etki alanı gazeteciliği /sphere-of-influence journalism’ olarak tanımlar: Gazeteciler resmi sınırları aşıp gerçeklere ulaşmak yerine, kendilerine açılan dar etki alanlarında hareket etmeyi kabullendiler. Bu tercih, bir yandan Nazi rejiminin dış dünyada ‘normal’ bir devlet gibi algılanmasına katkı sağladı, öte yandan gazetecilik mesleğinin etik sınırlarını da bulanıklaştırdı.

Bu ilişkiler yalnızca Nazi Almanyası’nda değil, Amerikan kamuoyunda da ciddi yansımalar yarattı. Domeier’in aktardığına göre, bazı Amerikalı gazeteciler Almanya’dan döndükten sonra dahi Hitler’i “Avrupa’nın savunucusu” ya da “komünizme karşı tampon güç” gibi ifadelerle meşrulaştıran yazılar kaleme aldılar. Bu söylemler, Amerika’daki izolasyonist politikaları güçlendirirken, Nazizmin gerçek doğasına dair farkındalığın ertelenmesine neden oldu. Suskunluk, bazen işbirliğinden daha yıkıcı olabilir.

Domeier’in temel vurgularından biri şu: Nazi Almanyası sanıldığının aksine tamamen dışa kapalı bir diktatörlük değildi. Aksine, yabancı basını dikkatle takip eden, onun üzerinden kendini meşrulaştırmaya çalışan, dış dünyaya karşı kendi anlatısını kurmak için gazetecilerle taktiksel ilişkiler geliştiren bir propaganda devleti söz konusuydu. Goebbels, Amerikalı muhabirlerin kitlelere ulaştırdığı haberlerin ne kadar etkili olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla gazetecilere doğrudan sansür uygulamaktan çok, onların ‘gönüllü otosansürünü’ besleyecek ortamlar oluşturdu: kokteyller, ayrıcalıklar, istihbarat akışları ve kimi zaman lüksün tuzağına dönüşen sosyal ilişkiler…

Bugün, haberin dolaşım hızı ışıkla yarışırken, iktidarların sansürü artık yalnızca baskıyla değil, veriyle, algoritmayla, içerik bolluğunda boğarak gerçekleşiyor. Ancak mesele değişmedi: Gerçeği kim, nasıl ve ne zaman anlatacak? Norman Domeier’in kitabı, Nazi Almanyası’ndaki Amerikalı gazetecileri incelerken evrensel ve zamansız bir soruyu gündeme getiriyor: Tanıklık ne zaman taraf tutmaya dönüşür? Sessizlik, hangi noktada suça ortaklık sayılır? Gazeteciliğin geçmişi, bugünün medya düzenine tutulmuş bir aynaysa, o aynada gördüğümüz yalnızca tarih değil, aynı zamanda ahlaki sorumluluğumuzdur.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün