Metin Sarfati´nin Ekim 2021-Nisan 2022 tarihleri arasında düzenlediği ´Edebiyattaki Felsefe´ söyleşilerinin deşifrelerinden doğan bu yazı dizisi, metne dönüştürülürken yalnızca gerekli düzenlemeler yapıldı; müdahale en aza indirildi. Bu seri, edebiyat ile felsefenin buluştuğu noktaları tartışırken Cervantes, Proust, André Gide ve Albert Camus gibi dünya edebiyatını biçimlendiren yazarların eserleri etrafında düşünsel bir yolculuğa çağırıyor. Edebiyatın sonuna mı geldik? Bir edebiyat sonrası dönemde miyiz? Modern klasikler neden artık eskisi kadar okunmuyor? Bugünün hız dünyasında, hala edebi eserler yazılıyor olsa da modern insan sosyal medyanın kısa ve vurucu sözlerine kapılmış durumda. Edebiyatın bireyin iç dünyasındaki ve toplum üzerinde taşıdığı etkiden bahsetmek mümkün mü?
İdil Sarfati
Bu söyleşilerde edebiyata ve bugünün dünyasına, edebiyat sosyolojisi ve felsefe yoluyla bakmak isteyeceğim. Bugüne ancak dünden hareket edilerek bakılabilir. Ve bugüne bakarken yarını düşlemek, yarın üzerine ipuçları bulmaya çalışmak gerekecek. Dolayısıyla edebiyatı böyle bir enstrüman olarak ele alıyorum. Edebiyat ve sanat üzerinden iyilik ve güzelliğin teorik çerçevesini kurcalamak üzere yola çıkmak istiyorum.
Modern zamanları açan, bizi modern zamanların ufkuna doğru götüren büyük Cervantes ve büyük eseri Don Quijote’siyle başlamak istiyorum yolculuğa. Benim asıl istediğim Don Quijote’nin gözüyle modern zamanlara yelken açmak yani aslında bugünün gizemini çözmeye çalışmak.
Bazı yapıtlar gerçekten ömür boyu insanı çağırabiliyor. Cervantes’in Don Quijote’sinden sonra, Kalpazanlar’ıyla, Ahlaksız’ıyla, Dar Kapı’sıyla, bugünün dünyasına ışık tutan dev yazar Andre Gide ile devam edeceğim. Ondan hemen sonra, bugün içinde yaşadığımız dünyayı çok iyi analiz eden deha Honore de Balzac’a bakmak istiyorum.
Bugünün edebiyat ve felsefe ile görüntüsüne dair küçük bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Duyarlılıkla duygusallığı karıştırmadan, duyarlılığı övülesi bir yere getirerek, duygusallıkla aklın nasıl kesiştiğini anlamaya çalışacağız edebiyatla. Ama edebiyatsız kalmaya yüz tutmuş dünya üzerinde galiba edebiyatı sanki anma dönemine gidiyoruz. Edebiyatsız kalmaya doğru, edebiyatsız bir ufka doğru pupa yelken gidiyoruz. Gidiyoruz derken, tabi ki Batı toplumundan bahsediyorum. Finkielkraut gibi bazı filozofların edebiyat sonrası sanat sonrası dünya üzerine düşünmeye başladıkları bu dönemde edebiyatın artık hızlıca yok olduğu konuşuluyor.
Ne demek edebiyat sonrası dönem? Yani edebiyatın bitmesinden mi bahsediyoruz?
Proust’un Kaybolmuş Zamanın İzinde kitabını hafif uyuklarken, kulağında kulaklıkla dinleyerek okunabileceğinin düşünüldüğü bir yalnız insanın dünyasında yaşıyoruz. Bugünün dünyası ‘şimdi’nin dünyası. ‘Şimdi’ye büyük methiyeler düzülüyor. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bugüne kadar insanlığın var olma şekillerinin tümü reddedilmek isteniyor. Yani öyle bir sanı var ki, şimdiye kadar insanlık hiçbir şey bilmiyordu.
Bugünün ‘şimdi’si yani hızın bugünü. Şimdinin ve hızın övgüsünün yapıldığı zamanda klasikleri okumaya vakit yoktur. Onun yerine mesela Türkçe tercümelerde kısaltılmış klasikler okunuyor. Proust’un, Cervantes’in, Gide’in eserleri kısaltılmış bir şekilde veya Facebook ya da Instagram’da dolaşan veciz cümlelerle aktarılmaktadır. O zaman Finkielkraut’la beraber diyebilirim ki, edebiyat sonrası döneme doğru dev adımlarla girmiş durumdayız.
Sevdiğim şair, yazar Borges, “Kimse artık klasikleri, anlaşılması zor bir sadakatle, büyük bir haz içinde, ruhsal bir haz almak için, ruhunun derinliklerine kadar titremek için okumuyor” diyordu.
George Orwell’in 1984 kitabını kimsenin okumaya sabrı yok ama herkes Orwell üzerine fikir yürütebilir. Mesela bugünlerde moda olduğu için Orwell’i kulaklığına koyup bulaşık yıkarken dinleyebiliyor ve 15 – 20 dakika sonra Orwell bitmiş oluyor. Oysaki etkilenmek için okumak gerekiyor. Onun yerine Instagram’da dolaşan, kimin dediği belli olmayan, çarpıcı cümleler çok daha rahat geliyor. O iki cümleyi kullandığınızda Andre Gide’i okumuş oluyorsunuz. Artık bu kitapların insanın var olma şeklini, insanın yaşama şeklini oluşturacak bir erdem gibi bir taşınabilecek herhangi bir niteliği kalmamıştır. Edebiyat, insan ruhunun gizemini çözücü sanatsal birikimini yitirip, araçsal, sıradan, çok ucuz bir yere indirgenmiş olmaktadır.
Edebiyatsızlığa ve ‘kültür’süzlüğe doğru yönelen bir çağın ta başındayız. Birkaç kelime kullanarak konuşuyoruz artık. Bir sözcük birçok anlama geliyor ama birçok anlama gelmesine de gerek yok çünkü anlam dünyamız gittikçe yoksullaşıyor. Gittikçe yoksullaşan anlam dünyası otoriter rejimlerin oluşmasının en büyük destekçisidir. Artık öyle bir şimdinin egemenliğinde yaşanıyor ki, öyle bir ‘an’ övgüsü var ki, yarın değil önemli olan, bugün de değil, bu ‘an’ önemli. Zaten sormak gerekiyor bu ‘an’ dediğiniz andan itibaren o ‘an’ yok olduğuna göre, galiba önemli bir şey kalmadı. Yarın belirsizdir. ‘An’a saplanmış olmamızın büyük nedenlerinden bir tanesi de yarının korkusudur. Yarının korkusu aslında ölüm korkusudur. Öyleyse ölüm ve yaşlanmak “an”ın dışında bırakılıyor. ‘An’dır herkese kimlik verecek olan. Ve bu Hız içinde verilecektir ama unutuyoruz ki hız şiddettir. Hız içinde zaman kazanmanın öngörüldüğü bir dünyada yaşıyoruz.
Kazanılan zamanla ne yapacağımıza dair herhangi bir fikrimiz yok. Kazanılan zamanla daha çok zaman kazanmayı düşlemekteyiz.
Zaman böylece göğün egemenliğinden alınmıştır. Zaman artık göğe ait değildir. Zaman kime aittir? Zaman insana aittir. İnsan olan zamana egemen olandır. Yani insan olan artık ebediyete kavuşabilen demektir. İnsan olan ölümü dışlayabilendir. Öyleyse hız, şiddetle birleşerek bugünün insanına, yarına egemen olmanın yolunu vermiştir. Zaman kazanılacaktır ve böylece kazanılan zamanla daha çok zamana sahip olunacaktır. Bu zaman içinde tabi ki edebiyata zaman yoktur. Bugünün uygarlığı kitabın olmadığı, borsanın kitaba tercih edildiği bir uygarlıktır. Bugünün uygarlığı tekniğin uygarlığıdır, tekniğe ibadet, hıza ibadettir. Hıza ibadet, edebiyatı yok edecektir. Edebiyatsız kalmış dünyada, doğrular kendiliğinden vardır.