Önceki bölümlerde, algılarımızın saf gerçekten ziyade, ‘kendimizle’ ilgisinden bahsetmiştik. İşte bu nedenle farklı grupların veya toplumların aynı olayı farklı algıladıklarına, farklı değerlendirdiklerine şahit olmaktayız. Orman yangınları ve mücadele ile ilgili algımız buna güzel bir örnek olabilir. Mevcut iktidara muhalif kesim bu konuyu genellikle gerekli yatırımların yapılmamış olması (yeterli uçak, ısıya duyarlı kıyafet …), gerekli tedbir alınmaması, hatta bazılarınca, askeriyenin devre dışı bırakılması gibi kendilerince hata, ihmal, hatta art niyetlere bağlamakta. İktidarı destekleyenler tarafından ise aynı konu, tüm dünyada ve özellikle bizim coğrafyamızda birçok yerde gerçekleşmekte, yönetim elinden gelenin en iyisini ortaya koymakta, ilgili personel canla başla, kahramanca mücadele etmekte. Benzer biçimde, bir saldırı veya patlama, bazılarınca direnişçilerin eylemi, bazılarınca da terör saldırısı olarak değerlendirilmekte.
Sanki görmek istediğimiz, görmeye meyilli olduğumuz bir şeyler var ve zihnimiz gördüklerimizi oraya yerleştirmeye çalışıyor, inandıklarımız gerçekliklerimizi belirliyor. Buraya kadar mutabıksak, bir sonraki aşamaya geçip, bu farklı algılama yapımızın altına/kaynağına bakmaya çalışalım. Bu yapı uzun bir sürecin sonunda oluşmakta, çocukluğumuzdan gelen anlatılar, öğretiler ve tecrübelerimizle şekillenmekte. Bu şekillenmede kuşkusuz aileden, arkadaş gruplarından mahalleye, bulunduğumuz okullardan, ait olduğumuz gruplara dar ve geniş çevrelerimizin etkileri vardır. Peki, bu çevrelerin zihin yapısı veya doğrudan bizim üzerimizde görmediğimiz başka şeylerin de etkisi olabilir mi?
Görüşlerimiz ve inançlarımız bizim tamamen objektif bir şekilde gözlemlerimiz, bağımsız değerlendirmelerimiz sonucu mu oluştu, çevremizden aldığımız görüşler mutlaka doğru mudur veya onları yeterince sorgulayabildik mi, yoksa farkında olmadan bazı yanılsamalar içinde olabilir miyiz? Hem doğrudan biz, hem de bizi etkileyen çevremiz bu yargılara ulaşmada yönlendirilmiş, kanalize edilmiş olabilir mi? Görüş ve değerlerimiz içimize ekilen tohumların çiçek açması mı? Bu ezber bozan soruları ‘rahatsız edici’ bulabilirsiniz, zira burada dikkat çekilen bir yerde ‘Sen, sen değilsin’ anlamına gelmekte; bireyi birey olmaktan çıkarıp, bir kitlenin parçası haline getirmekte. İşte algı oluşturma, manipülasyon ve sonucunda hedeflenen toplum mühendisliği burada devreye girer. Haydi, hep birlikte yalnız sizin istediğiniz gibi düşünen onlar, yüzler, hatta daha ileri gidelim, yüz binler, milyonlar hayal edelim. Ve daha da ilginci, bu kitlenin söz konusu görüş ve inançları gerçekten kendilerine ait hissettiklerini ve savunduklarını. Bu ne dehşet bir kudrettir?
Eğer hedef kitleyi bir bakış açısında toplamanın, gördüklerini nasıl algılayacaklarını belirlemenin, onlara zorla bir şeyler yaptırmaktan daha etkili olduğu fikrine katılıyorsak, konunun önemini daha iyi kavrarız. Artık Ortaçağ’daki gibi geniş bir ovada karşılaşan iki ordu ve atının üzerinde kılıcını kaldırıp, onları savaşa motive eden bir komutan yok. Uzun mızraklar, kalkanlar, ucu alevli oklar, mancınıklar yerlerini duygulara hitap eden görsellere ve sloganlara bırakmış durumda, zira savaş alanları artık hedef bölgedeki toplumların zihinleri.
İşte bu ‘zihin savaşları’nda amaç bireye yeni doğrular (doğru olmasa bile) vermek, O’nun düşünce sistemini ele geçirmek ve bu şekilde inançlarını, düşüncelerini ve sonuçta eylemlerini manipüle etmektir. Tıpkı aşağıda görseli olan Platon’un mağara metaforundaki gibi. Platon’un mağarası, tüm hayatlarını bir mağarada geçiren zincirlenmiş insanlardan bahseder. Bu insanlar aşağıdaki görselde olduğu gibi sırtlarını mağara girişine dönük olarak bir duvara dayamış, dış dünyada olan biteni yalnızca önlerindeki duvarda yansıtılan gölgelerden ve yankılardan takip ederler ve tüm gerçeklikleri bunlardır. Burada zincirlenmiş kişiler, gölgeler, ateş ve dış dünyadaki güneşin neleri sembolize ettiğini düşünelim. (Hikayenin devamını merak edenlere; adamlardan biri zincirinden kurtulup dışarı çıkar. Önce güneşten gözleri kamaşır, mücadelesinin sonunda gözleri açılır, içeride gördüklerinin yalnızca ateş sayesinde duvara yansıyan gölgeler olduğunu fark eder ve dışarıda bambaşka şeyler görür. Heyecanla bu aydınlanmasını mağaradakilerle paylaşmak ister. Fakat mağaradakiler kendi gerçekliklerine ters konuşan adamı bir güzel döverler.)
Acaba G. Orwell’in ünlü distopyası “1984’üne hoş geldik” mi demeliyiz? Yoksa, 1949’da kaleme aldığı bu kült eser hem geçmişe, hem de geleceğe ayna tutan ve modası hiç geçmeyecek bir klasik midir? Kitapta ‘Big brother is watching you’ temasıyla sistemin, bireyi o günün en etkili aracı TV ekranlarından sürekli izlemesi ve algısını sürekli şekillendirilmesi farklı araçlarla ve yöntemlerle yine karşımızda değil mi? (Hatta teknolojideki gelişmeler ve yaygın iletişim araçlarıyla bu işler çok daha etkin yapılmıyor mu?) 1984’te anlatılan toplumun düşünme yetisini daraltma çabaları, duygu ve düşüncelerin zayıflatılması amacıyla dildeki kelimelerin azaltılması, itaatin en değerli şey görülmesini insanlığın aştığını söyleyebilir miyiz? Kitlelerin dikkatinin dışa yöneltilmesi ve birliğin sağlanması için konu edilen ‘düşman yaratma’ günümüzde de iş görmüyor, hala tarih, ‘kalemi tutanlar’ tarafından yazılmıyor mu?
Orwell’in “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden, geleceği kontrol eder” şeklindeki efsane sözü, tüm eskiliği ama tüm güncelliğiyle dimdik ayakta durmuyor mu? Derin anlam içeren “Cehalet güçtür” sözü sorgulamayan itaatkar yığınları bugün de işaret etmiyor mu? Ve kitabın kahramanı W. Smith gibi arada bir isyan etsek de, sonrasında düzeni kabullenip, çoğu zaman da savunmuyor muyuz?
Sevgiyle kalın…
Yazı dizisinin önceki bölümleri:
https://www.salom.com.tr/haber/138305/algi-olusturma-ve-manipulasyon-ii-farkli-algi-mi-operasyon-mu
devam edecek…