Algı oluşturma veya algı operasyonu gibi tanımlamaları günlük hayatımızda sık duymaktayız. Bu olgular tarih boyu hayatın bir gerçeği olmuş, karşı gruplar birbirlerini bununla suçlamışlar. Konuyu hem genel etik, hem toplum yararı açısından ele almak oldukça zor. Zira, oluşturulmak istenen algının ‘gerçeklik’ten uzaklığından tutun, gerçeğin ne olduğu ve topluma neyin yararlı olacağı tartışmaya açık ve sübjektif kavramlardır. Algı ve manipülasyonun çoğu zaman olumsuz anlamda kullanılması ve doğru/yalan ekseninde olması nedeniyle, konuya belki de en temelinden, yöneticilerin doğrudan ayrılmasının meşru olup olamayacağından başlayalım.
Yalan genelde halk tarafından ahlak dışı ve yanlış nitelendirilse de, hayatımızın her alanında var, ‘doğruyu söylemek gerekirse’ sözümüz de bunu göstermekte. Aslında kabulü bazı durumlarda gerçeklerden daha kolay. Tıpkı siyaset teorisyeni, tarihçi ve filozof H. Arendt’in şu sözlerinde belirttiği gibi… “Yalancı hedef kitlenin duymak istedikleri doğrultusunda hareket eder. Yalanını hakikatten daha albenili hale getirir. Böyle olunca yalanlar, çoğu zaman gerçeklikten daha makul ve akla yatkındır. Oysa gerçekliğin bizi hiç ummadığımız şeylerle karşılaştırmak gibi rahatsız edici bir yanı vardır.”
Bir de şöyle bir soru sıkça karşımıza çıkar. Acaba bazı durumlarda yalan zararsız, meşru, hatta gerekli olabilir mi? Tarih boyunca sorulmuş olan bu felsefi soru, felsefe denince akla gelen ilk isimlerden Platon’un ‘soylu yalan’ını bize hatırlatır.
Platon ideal toplum düzenini bulmaya çalıştığı meşhur ‘Devlet’ adlı eserinde ‘soylu yalan’dan (!) bahsetmiştir. Yalanın ne durumda ‘soylu’ olabileceğini anlamak için önce Platon’un devletindeki altyapıyı biraz tanıyalım.
Toplum üç gruptan oluşmaktadır. Üreticiler (işçiler, çiftçiler), bekçiler (askerler), koruyucular (yöneticiler). (Aslında, yaşadığı dönemde bunların toplamından fazla köleler de vardır.) İdeal devlet düzeninin sorunsuz devamlılığı, bu hiyerarşik düzenin korunmasına, bu da herkesin kendine biçilen rolü kabullenip, gruba aidiyetini sorgulamadan, rolünün gereklerini eksiksiz uygulaması üzerine kurulur. İşte bu noktada ‘soylu yalan’ devreye girer. Devletin vatandaşına yalanı şöyledir: “Tüm yurttaşlar aynı toprağın çocuklarıdır, dolayısıyla kardeştir. Aralarındaki fark Tanrı’nın onların mayasına kattıklarında yatar. Tanrı önder olarak yaratıklarının mayasına altın, bekçi olarak yarattıklarına gümüş, üretici olarak yarattıklarına da tunç ve demir katmıştır.’
Platon’a göre ‘soylu yalan’ yalnızca yöneticiler tarafından ve yalnızca toplumun birliğini, düzenini sağlamak için söylenebilir ve bu niteliğiyle sıradan yalandan farklıdır. Halkın sıradan yalanları ise hastanın doktora, öğrencinin öğretmene söylediği yalanlar gibidir ve hiçbir durumda kabul edilemez. Bu noktada Platon’a haksızlık etmeme adına, yöneticilere böylesi güçler verirken, başka detaylarla da teorisini sağlam kazıklara oturtmaya çalıştığını belirtmeliyim. (Yöneticilerin özel mülk edinememeleri, kadın ve çocuklarının diğer yöneticilerle ortak olması, böylelikle kendisinin ve soyunun çıkarlarını öncelemesinin engellenmesi gibi…)
Benzer şekilde, modern siyaset biliminin kurucularından Machiavelli de bireyin ahlakı ile hükümdarın ahlakını birbirinden farklı tutmuştur. O’nu dünyaya tanıtan ‘Prens’-‘Hükümdar’ adlı kitabında ideal bir yöneticinin özelliklerinden bahseder. Eserinde, ülkenin egemenliği için güçlü bir siyasi yapının gerekliliğini anlatır. Bu amaç yolunda, hükümdarın etik ilkelere bağlı kalmayabileceğinin, hatta kalmaması gerektiğinin altını çizer. Siyasetin, geleneksel ahlak kuralları ile işleyen bir alan olmadığını, hükümdarın, karar ve uygulamalarında hep ahlaki çizgide yürümesinin, hem ülkesi, hem hükümdarlığını yıkıma sürükleyeceğini belirtir. Hükümdar yalnızca bir aslan gibi güçlü değil, bir tilki kadar da ‘kurnaz’ olmalıdır. O’na göre, iç ve dış siyaset bir savaş alanıdır ve nasıl savaşlarda her şey mümkünse, siyaset de böyle yapılmalıdır. Halkına ahlakı hep övmeli ve öyle görünmeli, ama yeri geldiğinde ahlak veya etiğe ters davranabilmeli; amacı doğrultusunda yalan, komplo veya tiranlıktan yararlanmalı. Machiavelli için, nihai sonuç, takip edilecek yoldan daha önemlidir. Bu da, hepimizin sıkça duyduğu ‘ulvi bir amaç doğrultusunda her yol mübahtır’ görüşüyle örtüşür.
Çoğu aydın tarafından tiranlık övücü nitelikte görülse de, bazıları yanlış anlaşıldığına inanır. Onlara göre, bize ideali değil de, gerçekleri ayna tutmuş iyiye ulaşmak için pragmatik olmanın önemini vurgulamıştır. (Ama bu yaklaşım da yine karşımıza neyin iyi, kime göre iyi sorularını getirir.)
Konuyu toparlarsak, bu yaklaşımların mutlaka etkili ve sonuç alıcı nitelikte fakat aynı zamanda hiç istenmeyecek kapıları açabilecek bir anahtar özelliğiyle, çok tehlikeli olduğunu düşünmekteyim. Zira bu görüşler, yazı dizisinin ikincisinde değineceğim Nazi Propaganda Bakanı Goebbels gibi kimselere ilham vermiş, teorilerine temel oluşturmuştur.
Bu yazıda, birisi 2.500 yıl, diğeri 600 yıl öncesinin görüşlerine göz attık. İlki krallar, asiller, köylü ve kölelerin birbirlerinden kesin çizgilerle ayrıldığı ‘kast sistemi’ni andıran bir ortamda düşünülmüş, diğeri karanlık Ortaçağ şartlarında, zayıf şehir devletlerin imparatorluklara boyun eğmemesi amacıyla geliştirilmiş. Yani insanlığın eşitlik, özgürlük, bireysel haklar gibi kavramları keşfetmesinden asırlar öncesinde. Bugün, ideal toplum düzeninde yalanın yeri ve meşruluğu konusunda hala bunları konuşuyor, tartışıyorsak, hem toplum, hem sistem olarak bu konuda pek de ileri gidememiş olmalıyız. Ne dersiniz?
Devam edecek