“Futbolda her şey, karşı takımın varlığıyla karmaşıklaşır.”
Bu sözün sahibi bir futbol yazarı değil, bir futbolcu da değil.
Paris St.Germain taraftarı bir Fransız filozof Jean-Paul Sartre. Varoluşçuluk (egzistansiyalizm) akımının önde gelen isimlerinden Sartre (1905-1980) bu sözü ile insan ve toplum ilişkilerindeki ‘öteki’ kavramını popüler bir spor üzerinden anlatmaya çalışıyordu.
Yarışmacı sporların hepsinde bir ‘öteki’ vardır. Rakip takım, rakip sporcu ya da sporcular. Öteki güçlüyse sen de en az onun kadar güçlü olmak zorundasın, öteki iyi çalışıyorsa sen daha iyi çalışmalısın, ötekinin kadrosu daha iyiyse sen de en az o kadar iyi kadro kurmalısın. Yani senin varlığın ‘öteki’ ile değer kazanıyor. Ötekinin baskısı ile ilerliyorsun.
Galatasaray varsa Fenerbahçe var, Beşiktaş var, Trabzonspor var ya da tersi, kimse alınmasın. Rekabet oluyorsa sporun değeri vardır, seyirci karşılığını alır.
Sartre, futbolun taraftarlar için sadece bir seyir sporu olmadığını, aynı zamanda bir topluluk hissi yarattığını belirtmiştir. Ona göre, futbol maçları, taraftarların kendilerini bir kulübün parçası olarak hissettiği ve kolektif bir kimlik oluşturduğu bir ‘biz’ deneyimi sunar. Bu, onun ‘ortak bilinç’ ve ‘grup olma’ kavramlarıyla uyumludur.
Sartre, futbolu hayatın bir metaforu olarak tanımlamıştır. Oyuncuların sahada bireysel yeteneklerini kullanırken aynı zamanda takımla uyum içinde olmaları gerektiğini belirtir. Bu, bireyin özgürlüğü ile toplumsal sorumluluk arasındaki gerilimi yansıtır. Örneğin, bir kalecinin bireysel kurtarışlarının takımın kolektif başarısına katkı sağladığını vurgular.
Maç gibi maç
Tenis gibi bireysel sporlarda ise iş biraz daha karışıktır. Kortta sporcu (birey) tek başınadır aynı karşısındaki rakibi (öteki) gibi. Rakip iyi değilse sporcu maçı kazanır ama o maçtan kazandığı bir şey yoktur aslında. Karşısına her turda zayıf rakip gelmeyeceği düşünülürse zorlu bir rakip karşısında alınan galibiyetin sonraki turlarda fiziksel ve mental katkıları paha biçilemez.
Bu yüzden de “maç gibi maç” denir. Bireysel sporlarda maç gibi maç, ciddi rakipler karşısındaki performans, maç kazanma becerisi, şampiyon olma becerisi gibi özellikler sporcunun bireysel gelişiminin ölçülebilir değerleridir.
Maç kazanmak hem fiziksel hem mental güç gerektirir ama finali oynayıp şampiyon olarak çıkmak daha bir üst düzey form ister. Dolayısıyla sporun teknik detaylarına hakim olanlar oyuncunun nasıl vuruş yaptığına değil kortu nasıl kapatıp nasıl hareket ettiğine, zamanlamasına, baskı altında nasıl davrandığına bakar. Oyuncunun servisini değiştirip geliştirebilirsiniz, atletizmine katkıda bulunabilirsiniz fakat doğuştan gelen bazı yeteneklerine dokunmanız zordur. Yapay zeka ya da robot değil insandır karşınızdaki. İşte iyi teknik adamlar bu çocuğu küçük yaşlarda yakalar, fırsatlar yaratır, gelişmesine katkıda bulunur. Spor federasyonları da ülkede tarama yapar (talent identification), havuz oluşturur, teknik destek verir ya da almalarını sağlar, fırsat yaratır, takip eder.
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek olmadığı için dün ve bugün hangi sporcu aklınıza geliyorsa az ya da çok bu akış şemasından geçmiştir. Bazıları kendi imkanlarıyla başarılı olacağını göstermiş ve dikkat çekmiş, bazıları da altyapıda yakalanıp yükseltilmiştir. Olmayanlar olmuş mudur? Çok olmuştur. Hatta olmayanların yanında olanlar samanlıktaki iğne gibidir. Yani dün ve bugün izlediğimiz yıldız sporcular o ince elekten süzülüp geçenlerdir, rafine sayılır.
Güzel bir söz vardır “vasatın hakimiyeti, münasebetsiz bir övgüyle başladı”.
İşte vasatın hakim olduğu şartlarda global ölçekte adından söz ettirecek ne bir sporcu yetiştirebilirsiniz, ne de dünyaya ihraç edecek bir teknolojik ürün. Çünkü her sportif başarının ardından yeniden tarih yazıyoruz!
Futboldan örnek verelim…
UEFA Kupası 1971-72 sezonunda düzenlenmeye başladı ve ilk şampiyon İngiliz Tottenham Hotspur. 2009-10 sezonuyla organizasyonun adı değişti UEFA Avrupa Ligi oldu. Bu kupanın eski formatında 1999-2000 sezonunda Galatasaray şampiyon oldu. Türk futbol tarihinde bir ilkti ve bir daha da Türk takımları oraları görmedi. Biz bugün hala o şampiyonlukla yatıp kalkıyoruz ama 85 milyonluk ve futbol dışında hiçbir spor dalıyla ilgilenmeyen bir ülkede neden Galatasaray’ın 15 sene önceki başarısını tekrarlayamıyoruz diye düşünen olmuyor. Avrupa’nın en değerli 50 şirketi içinde bir Türk markası yok ama en değerli 50 kulübü içinde Galatasaray 39 ve Fenerbahçe 48. sırada yer alıyor.
Teniste dünya klasmanında ilk 50 içinde oyuncumuz yok ama Zeynep Sönmez 79. sırada yer alıyor. Bu klasmanda Çağla Büyükakçay 2016 yılında 60. sırada yer almıştı ve geçen dokuz yılda hala oraya yaklaşan olmadı. Fakat sorarsanız hep tarih yazıyoruz, hep federasyon gururlu ve medyada poz poz yer alıyor. 2016 yılında Çağla’nın başarısını geleceğe yöneltmeyi akıl eden bir federasyon olsaydı, o gün eline raket alan 6-8 yaşındaki çocuklardan bir yetenek taramasıyla bugüne kadar her yıl büyüyen bir havuz yaratırdı. Fakat olmazdı ve bugün de olmayacak. Çünkü bu tip yatırımlar hep ileriye dönüktür ve senin attığın tohumların mahsülünü başkaları toplayacak.
Halbuki Sartre başka bir şey kastetmişti değil mi?
Sartre’nin kastettiği ‘öteki’ kavramı bugün bir spor federasyonu için toplum, taraftar ve medya gibi yapılardır. Birey (federasyon) bu yapı gözünde değerli olmak için eylemlerini şekillendirir ve kendi görev süresinde ‘öteki’ tarafından takdir edilmek ve başarıyla anılmak ister. Geleceğe yatırım yapmak kamuoyunun hemen takdir edeceği bir şey değildir ve uzun vadeli projelerden kaçar. Sartre’ın ‘öteki’ kavramı burada federasyonun kendi varoluş değerini ötekinin günlük yargısına bağladığını gösterir. Uzun vadeli yatırım yapmaktan kaçınan bir federasyon Sartre’nin ‘kötü niyet’ ya da ‘art niyet’ anlamına gelen mauvaise fon kavramıyla ilişkilendirilir. Burada federasyon özgürce uzun vadeli bir vizyon geliştirmek yerine sorumluluktan kaçarak kısa vadeli kazanımlara yönelir.
Hep mi böyledir? Değildir.
Victoria vs. Melisa
Kanada Tenis Federasyonu turnuvaları izlemiş, bizden kim nerede ne yapıyor diye bakmış. Ne zaman bakmış? 2018 yılında Almanya’da düzenlenen bir 14 yaş TE turnuvasında. Turnuvaya üç Kanadalı kız tenisçi katılmış. Yarı finalde ikisi karşılaşmış tabii biri finale çıkmış ve ikinci olmuş. İkinci olan 12 yaşındaki sporcunun adı Victoria Mboko.
Peki şampiyon olan kimmiş?
Bilemediniz tabii: Melisa Ercan!
Hmm demişler ama biraz daha bakalım ne olacak?
Sonra aralık ayında Florida’da ünlü Orange Bowl turnuvası düzenlenmiş, 12 yaş. Buraya da birçok Kanadalı sporcu katılmış ve biri finale kadar yükselmiş fakat yine kupayı alamamış, başkası almış. Peki kim almış? Yine Melisa Ercan...
Tamam demişler bu Mboko’da iş var, bundan olur!
Mesela benzer durumlarda bizim kerameti kendinden menkul antrenörlerimiz ve onlara kulak veren sayın spor yöneticilerimizin ortak görüşü “Bundan bir şey olmaz!” olmuştur ve olacaktır.
Mboko 16 yaşına geldiğinde Wimbledon JR ve US Open JR yarı finali oynayınca işler ciddiye binmiş. Mboko artık turnuvalara Kanada Tenis Federasyonu antrenörüyle gitmeye başlamış, profesyonel bir kariyer planı yapılmış, federasyon tesislerinde ve teknik kadro gözetiminde çalışmalar hızlanmış. 2025 yılına girerken WTA sıralaması 350 civarındayken federasyon radikal bir karar almış ve daha önce Bianca Andreescu için anlaştığı eski Fransız kadın tenisçi Natalie Tauziat’ı Mboko için tutmuş. Genç sporcu mart ayı geldiğinde iki W35 ve iki W75 turnuva kazanacak, mayıs ayında WTA125 Parma turnuvasında final oynayıp Mısırlı kolej sporcusu Mayar Sheriff’e kaybedecektir. Sonrasını biliyorsunuz. Geçen hafta WTA1000 Montreal turnuvasında bir finalde olmak üzere peş peşe dört Grand Slam şampiyonunu mağlup edip Kanada tenis tarihine geçecektir. Onlarda tarih böyle yazılıyor işte. Çünkü kimse vasata gereksiz övgü ve hamaset yapmıyor.
Neyse Mboko yılın başında 350 olarak girdiği yarışta US Open öncesi 24 no oldu.
Kanadalı Mboko’yu yedi sene önce önce Almanya’da sonra da Florida’da finalde mağlup eden kendisinden bir yaş büyük Türk Melisa Ercan’a ne oldu?
O da önce Avustralya vatandaşı oldu sonra da Oklahoma State sporcu öğrencisi!
Biz yine Sartre’nin futbol için söylediği söze dönelim.
Ötekilerin varlığı senin nasıl pozisyon alacağın, nasıl bir eylem planın olacağı ve nasıl mücadele edip değer kazanacağın ile ilişkilidir.
Sporcuların ve kulüplerin hangi sınıfta kimlerle oturduğu, kimlerle yarıştığı ve kimlerle arkadaşlık ettiği önemlidir.
Aynılar aynı yerde oluyorsa sen de o yerde olmalısın.
Vasatta değil mükemmelde birleşelim.
Vasatın değil kalitenin peşinde olalım.
Vasata övgü yapmayalım.