Eğitim sisteminde farklılıklar, normlar ve haklar üzerine
Geçtiğimiz ay nörogelişimsel tanı almış çocukları olan iki annenin (Deniz Gökçe, Özden Karababa) hazırladığı podcast’e konuk oldum. Konuşmada çocuklardaki nörogelişimsel farklılıkları ve başkalıkları, ebeveynliğin duygusal yüklerini, okul sistemlerinin sorumluluklarını, ilaçla tedavi süreçlerini, toplumsal normları, farklılıkların ve başkalıkların kabulünü ve mutluluk kavramını ele aldık. Konuşmamızın küçük bir bölümünü buraya yazı olarak aktarıyorum. Konuşmanın tümünü izlemek/dinlemek isteyenler ‘Farklı Zihinler’ başlığıyla aratabilirler. @yankiyazgancom instagram hesabında da bulabilirler. https://youtu.be/EVfmcx3WTsU?si=r_Gpi7mc68nHNyzc
Normlar konusu oldukça derin ve karmaşık. Normun toplumsal yapının bir aradalığını sağlayan bir yönü var. Örneğin, büyüklere saygı göstermek bir norm. Ama bu nereden çıktı, neden böyle oldu gibi soruların cevabı antropoloji ve sosyoloji gibi alanlarda yatıyor.
Psikoloji ve psikopatoloji açısından bakarsak, norma uymamak bazen tehlikeli olarak görülüyor. Çünkü dışlanma korkusu devreye giriyor. Gruplar genellikle genele daha doğrusu norma uymayanı dışta bırakmaya yatkın. Bu sadece insanlar için değil, hayvanlar dünyasında bile gözlemlenebilen bir durum. Dışta kalmak, dışta bırakılmak tehlikeli, yaşamı sürdürmeyi zorlaştıran bir durum.
Mesela bazı çocuklar futbolu iyi oynamıyor, ama takıma girmek istiyor. Diğer çocuklar “onu alırsak yeniliriz” diyerek takıma almıyor, çocuk açısından bakarsak, dışlıyor. Dünya Kupası olsa belki anlaşılır bir ‘almama’, ama bahçede 10 dakikalık bir oyunda yenilmek bu kadar önemli mi? Arkadaşımızı takıma almak ne zaman diğer takımı yenmekten daha önemli olabilir? Bu tamamen kültürle ilgili. Okulda ya da mahalledeki kültür neyi önemsiyor, neyi değerli görüyor? Normlar buna göre şekilleniyor.
Genel norm ‘kazanmak, ne pahasına olursa olsun’ olabilir; ama mikro normlar farklıdır. Mesela ailenizde vejetaryen biri varsa, onun hassasiyetine göre yemek seçimi yaparsınız. Ya da balık kokusuna hassasiyeti olan bir arkadaşınız varsa, doğum günü kutlamasını balık restoranında yapmazsınız. Bu, diğerine zihninizde yer açmakla ilgili. Kendimiz dışındakilerin nasıl olduğunu yer açan bir düşünce dünyası, bunu besleyen bir eğitim, aile ortamı ya da toplumsal ortam bu konuları daha yumuşatıyor. O zaman takıma alınmadığında “Ben iyi oynamıyorum, büyük maçta yer almam gerekmiyor, takımı zora düşürmeyeyim” diyebilecek olgunluğa ulaşabiliyor cocuklar.
Eğitim bir haktır ve bu hakkın kullanımı tercihe bağlı bir konu değildir. Okul, çocuğun eğitim hakkını kolaylaştırmakla yükümlüdür; bu hakkın kullanımını sağlamak için gerekli düzenlemeleri yapması gerekir. Bu bir lütuf değil, yasal bir sorumluluktur.
Tekerlekli sandalyedeki biri için otobüsün kapısını alçaltması, şoförün yardım etmesi gibi düşünün. Otobüsteki yolcular “Geç kaldık, nereden çıktı bu insan?” diyebilir, ama bu kişinin engeli aynı zamanda ona bir hak da doğurur. Eğitimde de durum böyle. Okulun bu hakkı sağlamak için üzerine düşeni yapması gerekir.
Uyum sağlamaya yönelik düzenlemelerin ana yükümlüsü okul gözükmekle beraber temelde sorumlu kamu otoritesidir. Özel okul bile olsanız, devlet size bu yetkiyi kamu adına kullanmanız için verir. Ancak bu hakkın nasıl uygulanacağı konusu oldukça tartışmalı. Özellikle yapılan düzenlemeler işe yaramadığında ne yapılacağı belirsizleşiyor.
Bu tür durumlarda genellikle kararlar bireysel düzeyde, çocuğun özel durumu dikkate alınarak veriliyor. Türk hukuk sisteminde de yer alan ‘çocuğun yüksek yararı’ kavramı burada devreye giriyor. Bu kavram birçok ülkede var, aslında tercüme bir kavram. Çocuğun yüksek yararı neyi gerektiriyorsa, o yönde adım atılması bekleniyor.
Bu bazen daha sınır belirleyici, hatta çocuğun ihtiyaçları doğrultusunda, gerektiğinde ayrıştırıcı uygulamaları gerektiriyor. Örneğin, çocuk daha fazla zamanını kaynak odasında (resource room) geçirebilir. Ancak burada da sınırlar var. Okul zamanının yüzde 40’ından fazlasının bu şekilde geçirilmemesi, yöntemin bir oyalanma veya uzak tutma aracı haline dönmemesi gerekir. Çünkü okulun temel amacı, çocuğun akranlarıyla birlikte olmasıdır. Elbette, bazı durumlarda — örneğin tehlikeli davranışlar ya da ciddi uyum sorunları varsa — farklı çözümler gerekebilir. Tartışmaların çoğu bu noktada çıkıyor.
En önemlisi, en önemlilerin ilki, anne babaları suçlayıcı bir dille konuşmamak. “Siz şunu yaptınız, bunu eksik bıraktınız” gibi eleştiriler, iyi niyetle yapılsa bile anne babaları yabancılaştırıyor. Bu da işbirliğini zorlaştırıyor. 35 yılı aşkın süredir hem ailelerle hem okullarla çocukların gelişimine dönük engelleri kaldırmak üzere çalışıyorum. Okulların da zaman zaman bir noktadan sonra ne yapacaklarını bilemediklerine, nadiren de olsa anne babanın kendi yükümlülüklerini tam yerine getirmediğinde çaresiz kaldıklarına tanık oldum.
Bu gibi durumlarda karşılıklı işbirliği ortamı sağlanması ana hedef. ‘Mutlaka şöyle yapılmalı’ gibi katı kurallar yerine, çocuğun hakkının gözetildiğinden, gözetileceğinden emin olmak esas alınmalı. Bunun dışında her şey esnek olabilir. Ama bu iş birliği, ancak karşılıklı iyi niyet ve güven varsa mümkün.
Güven ilişkisi, bu üçlü ilişki — anne baba, çocuk ve okul — içinde çok kritik. Basitçe söylemek gerekirse, güvenmek: karşımızdakinin bilerek yanlış yapmayacağına inanmak. Elbette güven çok daha karmaşık bir ilişki, ama temelinde bu var: “Bu kişi doğru ve iyi olanı yapmaya çalışıyor” diyebilmek. Bu inanç varsa, iş birliği kurulabilir. Ama bu her zaman kolay değil. Çünkü birçok etken bu güveni zedeleyebiliyor.