MÖ 5. yüzyılda ilk kez Atina’da kendini gösterdikten sonra, demokrasinin bugün hala halk için en doğru yönetim şekli olduğuna inanılmakta. Bunun en önemli nedeni demokrasinin belirli bir zümreden çok, halkın tamamına yönelik kapsayıcı bir yönetim şekline sahip olması ve aynı halka seçme ve seçilme özgürlüğüne eşitlikçi bir hak tanıması.
Elbette demokrasinin halk yararına birçok başka özelliği de bulunmakta.
Ancak demokrasiyi tek cümleyle ifade edersek, onun halkı gözeten en özgürlükçü yönetim şekli olduğu söylenebilir.
İlginçtir ki, demokrasiye en ağır eleştiri ise onun anayurdunda gelmişti.
Atina’da yaşamış olan ünlü düşünürler Aristoteles ve Platon, demokrasiyi ‘ayak takımı’nın yönetimi gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirmişti.
Aristoteles, demokrasiyi “çoğunluğun tiranlığı” olarak tanımlamış ve bu sistemde çoğunluğun iradesinin azınlığın haklarını ihlal edebileceğini, bu durumun ise toplumsal huzursuzluğa yol açabileceğini iddia etmişti. Ona göre, düzensiz bir çoğunluk yönetimi, adaletin sağlanmasına engel olabilecek bir niteliğe sahiptir.
Platon ise devletlerin, erdemi ve adaleti özümsemiş olan ‘filozof-krallar’ tarafından yönetilmesi gerektiğine inanmıştı. ‘Devlet’ (Politeia) adlı eserinde, ideal bir toplumun nasıl organize edilmesi gerektiği üzerine düşünceler geliştirirken, toplumun en iyi şekilde yönetilmesi için, bilgiye, adalet hissine ve erdeme sahip olan ‘filozof kralların’ iktidara gelmesi gerektiğini savunmuştu.
Platon’un ideal yönetim şekli hiçbir zaman gerçekleşmedi…
Demokrasi, 17. yüzyıldan itibaren Aydınlanma Dönemi’ni yaşamış olan kıta Avrupa’sında monarşilerin sallanmasıyla birlikte tekrar ortaya çıkmış ve günümüze değin gelişerek kendisinin en iyi yönetim şekli olduğuna bir anlamda mührünü basmıştır.
Ancak, bugün demokrasi geliştiği ve serpildiği kıta Avrupa’sında krize girmiş durumda. En önemli belki de tek nedeni ise, ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin iyice ayyuka çıkmış olması, yani toplumlar içindeki gelir paylaşımının dengesiz hale gelmiş olması.
***
Bir ülkede gelir dağılımının nasıl paylaşıldığını gösteren, onun ne kadar eşit dağılıp dağılmadığını ortaya konan bir istatiksel değer var. Buna ‘Gini katsayısı’ deniliyor Gini katsayısı 0 ile 1 arasında bir değer alır; ‘0’ değeri tamamen eşit gelir dağılımını (herkesin aynı gelire sahip olduğu durum), ‘1’ değeri ise tamamen eşitsizliği (bir kişinin tüm geliri aldığı durum) ifade eder. Gini katsayısının daha yüksek olması, gelir dağılımındaki eşitsizliğin daha fazla olduğunu gösterir.
Demokrasinin günümüzdeki beşiği olan kıta Avrupa’sının ülkelerindeki Gini sayısına bakıldığında son 50 yılda bu katsayının yükseldiği, diğer bir deyişle gelir paylaşımının bozulduğu görülüyor. Gini katsayısı, vergi sonrası Norveç’te 0,27, Almanya’da 0,31, Fransa’da 0,32, Birleşik Krallık’ta 0,34, ABD’de ise 0,42 civarında. Bu sayılar 50 yıl öncesine göre yükselmiş durumda. Üstelik bu sayılar yüksek vergi politikaları sayesinde bir anlamda daha makul bir çizgiye gelmiş durumdalar. Vergi öncesi gelir eşitsizliği ise çok daha önemli düzeylerde seyrediyor.
Söz konusu ülkelerin ortak özelliği hepsinin de kapitalist bir ekonomiye sahip olmaları. Ancak bu sistem, eskilerin deyimiyle vahşi kapitalizme dönüşmüş durumda. Musluğun başındaki azınlık bir zümre, sürekli suyu kullanıp daha fazla büyürken, geride kalan büyük kesim daha az gelişmekte ve fark her geçen zaman artarak büyümekte.
Ünlü Fransız ekonomisti Thomas Piketty uzun zamandan beri başta devlet yöneticilerini olmak üzere herkesi uyarıyor. Ona göre, ülkelerin büyüme oranlarının, sermaye sahiplerinin sahip olduğu varlıkların büyüme oranından küçük kaldığı müddetçe gelir eşitsizliği artarak devam edecek ve bu durum doğal olarak toplumsal huzursuzluklara ve giderek isyanlara yol açacak. Zira, devlet bir noktadan sonra toplumun büyük çoğunluğunun artan ihtiyacına cevap veremeyecek duruma gelecek. Çok küçük bir zümre sürekli zenginleşirken, geri kalan büyük kesim yoksullaşacak. Neo-liberal ekonomi politikaları giderek vahşi kapitalizmin kollarını büyütürken, ekonomik eşitsizlikten ve göreceli yoksulluktan dolayı halkta öfke giderek artacak, toplumlarda olumsuz hareketlenmeler kaçınılmaz olacak.
Bu noktada en büyük zararı en iyi yönetim şekli olarak bilinen demokrasinin görmesi kaçınılmaz olacak. Zira seçtikleri yöneticilerin bu sistem içinde iyileştirici müdahaleler yapamadığını gören halk kesimleri, kendilerine başka hayatlar, hatta hayaller vadeden liderlere yönelecekler. Popülist ve giderek otoriterleşen liderler, post modernizmin en önemli ürünü olan, gerçekliğin bükülmesi ve çarpıtılması iklimini de kullanarak iktidara gelecekler. Demokratik normlar yavaş yavaş terk edilmeye başlayacak.
Bütün bunları başta ABD olmak üzere kimi ülkeler bugün zaten yaşamakta. Bu eşitsizliği en çok hissetmeye başlayan gelişmiş ülkeler, örneğin Fransa, Almanya, Avusturya halkları ülkelerindeki göçmenlerin yarattığı krizlerin de etkisiyle çözümü aşırı sağ partilere destek vermekte buluyor. Ancak yolun henüz başındayız ve durum daha da kötüleşmeden, demokrasinin canına tam olarak ot tıkanmadan ekonomik eşitsizliği düzeltici müdahalelerde bulunulması kaçınılmaz görünüyor.
Kuzey Avrupa ülkelerinin bu sorunu çok daha az yaşamalarının sebebi, vahşi kapitalizmi eşitlikçi sosyal politikalar ve eğitim modelleriyle frenliyor olmaları…
***
Dünya çapında demokrasi daha fazla zarar görmeden önlemler alınmalı. Vahşi kapitalizm, uluslararası düzenlemelerle durdurulmalı. Neo-liberal politikalar frenlenmeli.
Aksi takdirde II. Dünya Savaşından bu yana ilk kez dünya barışı ve demokrasi ciddi derecede tehlikeye girecek.
Zira insan aç kaldığında demokrasiyi kimse umursamaz.