Geçtiğimiz hafta yaklaşık iki yıl sonra yine ve yeniden kutsal toprakların yanı başındaki Ürdün’de grubumla gezerken Ortadoğu’nun zor coğrafyasını, kabile kültürlerinin gerçekliğini ve tarihi coğrafyaya göre okumanın gerekliliğini hatırladım.
Ortadoğu’nun kalbinde, üç dinin de kutsal kabul ettiği toprakların ortasında yer alan Ürdün, geçmişle bugünün el ele verdiği bir ülke. Bu topraklar, binlerce yıldır ticaret kervanlarına, krallıklara, peygamberlere ve seyyahlara ev sahipliği yapmıştır. Kimi zaman Roma lejyonlarının ayak sesleri yankılanmış, kimi zaman Nebatilerin mühendislik dehası çölde su akıtmıştır. Bugün ise aynı topraklarda hem modern Amman’ın ışıkları parlar hem de Petra’nın kızıl kayaları yeni dünyanın yedi harikasından biri olarak hâlâ geçmişin sırlarını fısıldar.
Bu topraklar aynı zamanda yakın dönem tarih atölyesi gibidir. Osmanlı’nın son dönemini, Arap isyanlarını, şimdiki Ortadoğu’yu okumak için Ürdün’ü mutlaka ziyaret etmenizi öneririm.
Çöl mantığı ve çöl coğrafyasını anlamadan Arap isyanını da anlamak mümkün değildir.
Bundan bir asır evvel deve ile saatlerce çölde susuz gitmen gereken bir coğrafyada hangi devletten söz edilebilir ki?
Sultan II.Abdülhamit’in tehlikeyi önceden sezip Emirgan Şerifler Yalısı’nda göz hapsinde tuttuğu Mekke Şerifi Hüseyin, İttihat Terakki döneminde aynı coğrafyaya hatalı bir şekilde gönderilecekti. Nitekim Arap toplumları İttihat ve Terakki’nin yenilikçi fikirlerinden özellikle ikisinden rahatsızlık duyacaklardı.
Bunlar, Türk milliyetçiliği ve bir anayasa konusu idi. İttihat Terakki Şerif Hüseyin’e anayasa dediğinde Şerif, “Benim tek yasam var, o da Allah’ın yasası” diyecekti.
Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’nda sanılanın aksine Sarıkamış faciaları yaşansa da çok iyi bir savunma yapıp, İngilizlere kök söktürecektir. Hatta o dönemde hızlıca büyük zorluklarla hava kuvvetleri bile kurulmuş ve isyana müdahale edilmiştir. Sahada başarılı olamayacaklarını anlayan kimi Arap kabileleri tren yoluna zarar vermek, hacıları rahatsız etmek gibi gerilla faaliyetlerine önem vermiştir.
Şerif Hüseyin bütün kıtayı almayı düşünürken, McMahan’in Mısır komiseriyle görüşmeleri esnasında Şerif değişen konjonktürde İngilizleri Osmanlı ile tehdit edecek duruma gelmişti. Tam da bu esnada Syces Picot Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu ile bölgede Suriye, Lübnan, Mısır Fransızlar ve İngilizler arasında paylaşılmaya başlanmıştı.
Şüphesiz o yılların en ilginç karakterlerinden biri de bölgeye yüksek eğitimli bir casus olarak gelen Arabistanlı Lawrence’dı. Lawrence, Araplara bağımsızlık sözü verilmesine rağmen İngilizlerin gerçek niyetinin bölgeyi kontrol etmek olduğunu bilir. Günün sonunda Lawrence yaşadıkları karşısında, Araplara ihanet etmekten korkar, İngiltere’yi aldatıyormuş gibi hisseder ve bir kimlik bunalımına sürüklenir. Lawrence’ın hayatını merak edenlere hem abartılı filmini izlemelerini hem de ‘Bilgeliğin 7 Sütunu’ ismiyle kaleme aldığı kitabı okumalarını öneririm.
Yüzyılın sonunda kitapta sütun metaforu ile Osmanlı’nın çöken ‘sütunları’ ile yeni doğan Arap milliyetçiliğinin “inşa edilmeye çalışan sütunları” karşılaştırılır. Ürdün beni her daim çekmeye devam ediyor. Petra, Wadi Rum ve Ölü Deniz deneyimini yaşamak ama herşeyden önce Ortadoğu gerçeklerini yerinde görmek için sizlerle de Ürdün’de buluşmak dileğiyle!