Markiz'deki Kadın

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
22 Ekim 2025 Çarşamba

“Markiz'deki Kadın, 1970'li yılların başında ülkenin çalkantılı siyasal olayları içinde aşkı ile ailesi arasında sıkışıp kalan özgür ruhlu bir kadının, Nilüfer'in hayata tutunma mücadelesini anlatıyor...
Botter Apartmanı'ndaki dairesinde yeşil bir berjere oturup geçmişin sızılarını sağaltır gibi Fransızca aşk romanları okuyan Nilüfer Hanım, bu kez yıllar öncesinde, İstiklal Caddesi'nin tılsımlı mekânı Markiz Pastanesi'nde bir genç kız olarak karşımıza çıkıyor... Ve İlkbahar Panosu' ndaki kadına aşkını emanet ediyor...
Markiz'deki Kadın, geçmişin gölgesini kendilerine siper alanları, kişisel mahremiyetlerini yitirenleri, zamana ve mekâna köklenemeyenleri, toplumun dayattığı değerlerle baş edemeyenleri anlatırken bireysel özgürlüğün, insanın kendi elinde olup olmadığını da okuyucuya sorgulatıyor...”

Kitabın tanıtım yazısı bu.

270 sayfayı kaç günde okudum sizce? Bir buçuk günde.

Üstelik, derslerim de vardı, kızımın yardıma ihtiyacı da… Ama okumaya başladığım günün gecesi uyumadım, azmettim ve kitabı bitirdim. ‘Markiz’deki Kadın’, son dönemde okuduğum en güzel kitap, en güzel romandı. Bana kim olduğumu da hatırlattı. Bir buçuk günde kitap bitiren Tülay’ı geri getirdiği için minnettarım Ayşe Övür’e... Keşke tanısaydım onu hatta keşke tanıyıp zamanında okula davet edebilseydim. Ne şahane bir kalem, ne güzel bir ruh! Bazı yazarların başarısı; dönem bilmek, sağlam hayal gücü ya da birikimden çok daha öte bir yerde bana göre… Bazı insanlar, yazmak için dünyaya geliyorlar. Bir zaman diliminin içinde başka insanlarla bir arada yaşıyorlar ama onlardan çok daha farklı görüyorlar hayatı. Sonra aynı hayatı onlara, bambaşka bir pencerede yeniden yaşatıyorlar…

Beyoğlu’ndaki Markiz Pastanesini bu satırları okuyan herkes bilir bana göre. Beyaz kumaştan peçetelerini; koyu kahverengi, ahşap masalarını, ağır çatal-bıçaklarını, beyaz önlüklü garsonlarını, loş ama bir o kadar da aydınlık mekanını ve tabii şahane bahar panolarını bilmeyen yoktur. Varsa da büyük kayıptır bana göre… Çünkü İstanbul’un bazı mekanlarını bu pastane dahil bilmiyorsak eğer, kendimizi İstanbullu saymamalıyız.

Ayşe Övür, bu mekanın içine şahane bir aşk hikayesi, kocaman bir dönem, büyük kayıplar, ümitli başlangıçlar, kısaca hayata dair ne varsa sığdırmış… Okudukça okuyor insan… Okudukça kim olduğunu hatırlıyor, okudukça zamanda nefis bir yolculuğa çıkıyor. Hayatın belli dönemlerde insanlara nasıl oyunlar oynayabileceği üzerinde,  derinden düşünüyor.

Acaba mı diyor her sayfada, acaba benim tahmin ettiğim şekilde mi sonlanacak yoksa büyük bir sürprizle mi bitecek bu hikaye? Bu sürükleyici hal, sonuna kadar okuyucunun elini bırakmıyor.

Gri, loş, biraz eski ama bir o kadar da gizem dolu Beyoğlu’nda, Mısır Apartmanında, Gümüşsuyu’nda yokuşta, deniz kokusunu uzaktan duyarak, dönemin az kalabalığın hafif uğultusunda kaybolarak, o günün Türkiye’sinden yarınlara büyük bir umutla bakmayı seçerek ilerliyorsunuz sayfalarda…

Ne yalan söyleyeyim, eskiden daha çok okuyordum, daha hızlı okuyordum. Şimdi, artan ve farklılaşan sorumluluklarım sebebiyle daha yavaş ve daha az okuduğumu düşünüyorum. İşte tam bu kendimi hiç beğenmediğim zamanda, can simidi gibi yetişti imdadıma… Yeniden genç kızlığıma; sonradan okuyup öğrendiğim, çocukken pek de fark edemediğim dönemlere; yolculuk yapmak gibiydi o bir buçuk gün… ‘Botter Apartmanı’ da nefisti ama bu kitap bir başka güzeldi sanki…

Beyoğlu, hepimiz için mutlaka şahane anılar, tatlar, yaşanmışlıklar saklıyordur. Bu romanda hiç bilmediğimiz ama bir o kadar da bildiğimiz insanların hayatlarında onları buluyoruz adeta… Uzun lafın kısası: Mutlak okuyun bu romanı.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün