Uzun zamandır-kendime göre uzun zaman tabii-kitap okumakta eskisi kadar verimli olmadığımı hissediyordum. Ben ki eş zamanlı dört kitap okuyabilen biriyken son bir yıldır, ayda bir kitap bitirirsem kendimi şanslı saydığım bir dönemdeydim ki Bodrum’dayken bir kitap aldım ve kim olduğumu hatırladım. Nasıl bir okur olduğumu, kitap okumanın bana nasıl keyif verdiğini hatırlatan, bildiğim taraflarımı bana hatırlamamı sağlayan, bilmediğim taraflarımı bana bulduran bir kitap bu…
Kitap diyorum, çünkü hâlâ okuyorum. Bitmesine çok az kaldı ama bitmesini beklememe gerek yok bunu yazmam için, gerek yok, haydi hemen bu kitabı alın ve okumaya başlayın demem için…
Onun kaleminde ne var, bilmiyorum. Böyle tanıdık, bildik; şaşırtmayan ama aynı zamanda çok şaşırtan, vazgeçilmeyen, öğreten, düşündüren, bana her zaman kendimde, kendimden bir şeyler bulduran bir tılsım var sanki… Okumaya başladığımda elimden bırakamıyorum. Bu kitap da öyle: Gökyüzünde Nehirler Var.
Sanki; koşmaya başladığında duramamak gibi, içmeye başladığında bırakamamak gibi, sevmeye başladığında hiç vazgeçmemek gibi okuyor insan onu… O’nu diyorum, çünkü Elif Şafak’ın bütün kitaplarını okurken aynı hissiyat içinde oldum, şimdi de öyleyim. Bu romanın konu maddesi aslında ‘su’. Roman da suyun etrafında şekillenmiş hayatları, şahane bir biçimde, insanın saydığı ve adına zaman dediği süreç içinde planlı tesadüflerle anlatan bir masal…
Kitap, Doğan Kitap’tan çıktı. Şöyle bir tanıtımı var: “Su hatırlar. Unutan insandır.”
“Tek bir su damlasıyla birbirine bağlanan kayıp bir şiirin, iki büyük nehrin ve üç olağanüstü hayatın hikâyesi. Mezopotamya’nın antik şehri Ninova’da, Asur Kralı’nın kurduğu muhteşem kütüphanenin kalıntılarında, uzun zamandır unutulmuş bir şiirin, Gılgamış Destanı’nın parçaları saklıdır. Viktorya dönemi Londra’sında, lağımlarla dolu Thames Nehri’nin kıyısında sıra dışı bir çocuk doğar. Arthur’un yoksulluktan kurtulmasının tek şansı parlak hafızasıdır. Yeteneği ona bir matbaada çırak olarak çalışma şansı verdiğinde, Arthur’un dünyası gecekondu mahallelerinin çok ötesine açılır. Onu denizlerin ötesine savuransa, bir kitap olacaktır: Ninova ve Kalıntıları. 2014 yılında Türkiye’de, Dicle Nehri kıyısında yaşayan Ezidi kızı Narin, Irak’taki kutsal Laleş’ten getirilen suyla vaftiz edilmeyi bekler. Tören yarıda kesilince, büyükannesi, rahatsızlığından dolayı yakında sağır kalacak olan Narin’i bir an önce Laleş Vadisi’ne götürmek ister ve bu uğurda, savaştan harap olmuş topraklara yolculuğa çıkarlar.
2018’de Londra’da, kalbi kırık bir hidrolog olan Züleyha, evliliğinin enkazından kaçmak için Thames Nehri üzerindeki bir yüzen eve taşınır. Yetim kalan ve zengin amcası tarafından büyütülen Züleyha varlığının ağırlığını taşıyamaz, ta ki memleketiyle beklenmedik bir bağ her şeyi değiştirene kadar.”
Arthur, Züleyha ve Narin…
Bu üç kahraman, suyun etrafında dönen hayatlarında zamanların içinde bir yerlerde birbirlerini bilmeden ama bilirmişçesine yan yana geliyorlar adeta…
Yazar sizi; sezgi koridorları, ipuçları ve derin göndermelerle hikayenin hatta hikayelerin ortak sonuna hazırlıyor adeta… Adeta diyorum çünkü daha bitmedi kitap...
Siz de hemen başlayın okumaya. Başlayın ki nerede bir araya geleceğiz, bulalım. Bu kitap, hayat yolunda ayrı zamanlarda aynı şeklide düşünen, düşünebilen insanların yolculuk serüvenleri sanki…
İnanın, çok keyifli…
İnsanı; hayatın, aslında zamanın, ne kadar mucizevi bir süreç olduğu konusunda bir kere daha düşündürüyor.