Tahran Konferansı (1943)

Metin BONFİL Köşe Yazısı
2 Temmuz 2025 Çarşamba

Japonya’nın 1941’deki Pearl Harbor saldırısından sonra ABD tüm gücü ile savaşa dahil olmuş; Müttefik Kuvvetler Batı’da Avrupa’yı istila eden Almanya ve Doğu’da İngiliz kolonileri Singapur ve Hong Kong’u ele geçiren Japonya ile aynı anda nasıl başa çıkacaklarını planlamaya çalışıyorlar. 1943 senesinin kasım ayında Roosevelt, Stalin ve Churchill Tahran’daki SSCB elçiliğinde bir toplantı yapıyorlar. Toplantının ana gündem maddesi saldırgan Almanya ve Japonya’ya karşı ortak strateji geliştirip askeri bir işbirliğini örgütlemek. İlk adım olarak, Almanya’ya karşı ikinci bir cephe açılmasına ve Fransa’nın geri alınmasına karar veriliyor. Gerçekten de Rus ordularının Almanya’ya Doğu’dan cephe açması savaşın akıbetini değiştiren önemli bir hamle oluyor. Ancak Stalin bunun karşılığında Doğu Avrupa’daki etki alanını arttırmak istiyor. Ayrıca, Yugoslavya’da Almanlarla savaşan Tito’ya da destek arıyor. Roosevelt ve Churchill bu şartları kabul ediyorlar ve savaşın akışını değiştirecek tarihi ve stratejik bir birlikteliğe imza atıyorlar. Bununla beraber, özellikle İran ve Türkiye’nin durumları da görüşülüyor. Üç lider, İran’ın sınırları ve bağımsızlığı tehdit edilir ise İran’a, savaşa dahil olur ise de Türkiye’ye de askeri yardım sağlamak konusunda anlaşıyorlar.

Tahran Konferansı’nın birinci sonucu, Almanya’nın yenilmesine yol açacak askeri işbirliğinin temellerini atmak oluyor. Bu ölçekte bir işbirliğinin tarihte bir ilk olduğu söyleniyor.

Konferansın ikinci sonucu bugünkü uluslararası güvenlik çerçevesinin temel taşlarının döşenmesi oluyor. Roosevelt, ki düşünün 1943 senesinin sonuna doğru Müttefik Kuvvetlerin henüz savaşı kazanacağı belli olmadan, savaş sonrasındaki düzenin nasıl olacağına dair diyalogu başlatıyor. Hatta, Tahran Konferansı’ndan bir ay önce bu üçlü aralarına Çin büyükelçisini de alarak, savaş sonrasında barış yanlısı irili ufaklı tüm devletlerin katılabileceği, ana misyonu uluslararası barış ve güvenliğin temini olan bir organizasyonun kurulması gerektiğini kurgulayan Moskova Deklarasyonu’nu imzalıyorlar. Düşünün, bir yanda savaş tüm yakıcılığı ile devam ederken diğer yanda bu dörtlü kalıcı barışı güvence altına almaya çalışıyorlar.

Nitekim, Moskova Deklarasyonu’nu takip eden Dumbarton Oaks, Yalta ve San Francisco konferansları ile Birleşmiş Milletlerin kuruluş bildirgesi iyice şekilleniyor ve 25 Haziran 1945’te bu dört ülke bildirgeyi imzalıyorlar. Daha sonra, 50 ülke daha Birleşmiş Milletler bildirgesine imza atıyorlar ama veto hakları olmadan. Bu arada, Churchill’in ısrarı üzerine, Çin, ABD ve SSCB gibi üç büyük gücü dengelemek ve Avrupa’nın ağırlığını görece arttırabilmek amacı ile Fransa’yı da veto yetkisi olan beşinci kurucu üye olarak konseye dahil ediyorlar.

Barış adına her konuya müdahil olma görevi bulunan BM Güvenlik Konseyi’nin kuruluş hikayesi işte böyle.

BM kuruluş bildirgesinin imzalanmasının hemen ardından bu beşli arasında ‘aile içi’ sıkıntılar başlıyor. Temmuz 1945’te yapılan Potsdam Konferansı’nda, temelde komünist-kapitalist sistem farklarından kaynaklanan ayrışmalar giderek belirgin hale geliyor. Kızıl Ordu’nun Doğu Avrupa’yı Almanlardan kurtarmış olmasından güç alarak, Stalin kendi hinterlandını genişletmek ve kapitalizme geçit vermemek için çeşitli politik hamlelerle Polonya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk ve Çekoslovakya’daki rejimleri kendine bağlamayı başarıyor. ABD’nin atom bombasını kullanmış olması, Truman doktrini ve Marshall yardım planı Stalin’in bu beşli içinde giderek daha rahatsız olmasına ve bilahare 1949 senesinde ilk Sovyet atom bombasını yaratmasına yol açıyor. SSCB, Batı ile ortaklıktan giderek uzaklaşıyor.

Soğuk Savaş’ın başlangıcı bu şekilde. Öte yandan, Çin’de Mao’nun Komünist Parti’sinin zaferi ve eski hükümetin Tayvan’a kaçması ile birlikte, Birleşmiş Milletler’in beş kurucusu küskün kardeşler misali ülkelerinin kaderini farklı yönlere doğru çekmeye başlıyorlar. NATO, 4 Nisan 1949’da Sovyet gücünün karşısında Batı ülkelerinin ortak bir savunma paktı olarak hayata geçiyor. Ana fikri ‘birimize saldırılırsa hepimize saldırılmış sayılır’ olan paktın 32 üyesinden biri de Türkiye.

Şimdi koskoca bir tarihi kısacık bir köşe yazısında kapsamaya çalışmadan filmi hızla ileriye sarıp günümüze gelelim: BM’de bugün 193 ülke mevcut. Halen beş üyenin onayı olmadan karar alınabilmesinin mümkün olmadığı bir yapı var. Temsili bir durum yok. Yönetimde Afrika’nın esamesi yok. NATO deseniz, sırtını ABD’ye dayamış, üye ülkeler parayı savunma yerine emekli maaşlarına harcayıp refah sürüyorlar, ağır işi ABD’ye bırakıyorlar.

Savaş angajman kuralları o günkü şartlara göre sadece ülkeler arasında ve sınırların korunması prensibine göre dizayn edilmiş. Genel olarak bir ülke diğerine saldırmadıkça iç işlerine müdahale etmeme prensibi bugün de sürüyor. Sadece, kitle imha silahlarının kötü kullanım riski ya da Libya’da olduğu gibi insan hayatının korunma mecburiyeti gibi durumlarda BM ordusu görevlendirilebiliyor. BM iyiden iyiye politize olduğu için silahlı çatışmalara polislik yapacak bir yerde değil. Oysa, kuruluş misyonunda tam da bu dörtlünün dünyada barışı tehdit eden agresif ülke veya örgütlere müdahale etme görevi vardı.

O günden bu güne, Çin aynı Çin değil. Sovyetler hiç değil. İran da değil. Batı ve Doğu ticari olarak birleşmiş olsa da askeri olarak halen rekabet içindeler. Devlet olmayan terör örgütleri türemiş; El Kaide, ISIS, PKK, YPG, El Nusra, Hamas, Husiler, Hizbullah, Farc, Boko Haram ve sayısız diğerleri… Birinin teröristi diğerinin kurtuluş savaşçısı olmuş.

2001 İkiz Kuleler saldırısından sonra Baba Bush diyor ki, “Eğer ben senden tehdit algılar isem, vururum.” Bush’un bu doktrini uygulamaya sokmasıyla, BM bildirgesinin 51. maddesindeki savaş angajman tanımlamaları giderek daha işlevsiz hale geliyor. ABD’nin Irak’ı vurması, İsrail’in İran’ı vurması, Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta operasyon yürütmesi (aynı ölçeklerde olmasa da) ilkesel olarak “görülen lüzum üzerine” haklı savaş tezi ile yürütülen bazı operasyonlar.

Birleşmiş Milletler halen kuruluş misyonunda kalmış ancak, jeopolitik dinamikler gerçekleri çok farklı yerlere taşımış. BM o yüzden etkili olamıyor.

Herkes kendini bir şekilde haklı görüyor ama daha iyi bir alternatif yaratılamadığı için güçlünün hukuku, hukukun gücüne baskın çıkmaya devam ediyor. Trump’la birlikte bir süre daha böyle gidecek gibi duruyor.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün