Mavi Marmara saldırısı patlak verdiğinde ortalık adam akıllı karışmış, Türkiye’de yaşayan Yahudi vatandaşları için hayat zorlaşmaya başlamıştı. Öyle ya, İsrailli komandolar Gazze’ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine baskın düzenlemiş, on aktivisti öldürmüşlerdi. İsrail ile Türkiye bu olay sayesinde yakın tarihimizde ilk kez karşı karşıya gelmişlerdi. Aradan üç yıl geçtikten sonra İsrail Türkiye’den resmen özür dileyerek hayatını yitirenlerin ailelerine 20 milyon Dolar tazminat ödemişti.
Olaydan hemen sonra, ülkemizin o zamanlar çok satan gazetelerinden birinin muhabiri beni telefonla arayarak korkup korkmadığımı sormuştu. “Korkmak mı? Kim, ben mi? Niçin korkmalıymışım ki? Bir Türk vatandaşı olarak korkmam için herhangi bir neden göremiyorum, yoksa sizce korkmalı mıyım?” diye soruya soruyla cevap vermiştim.
Aradan 15 yıl geçti. Bu süreç zarfında, bu coğrafyada o muhabirin bakış açısıyla korkmamı gerektiren pek çok olay yaşandı. Fakat ne IŞİD’in saldırılarıyla terör eylemleri, ne 7 Ekim ve Gazze Savaşı bu düşüncemi değiştirmedi. Ancak yazılarımı takip edenler hatırlayacaktır, geçtiğimiz yaz yine bu köşede “Artık korkuyorum anne” başlıklı bir yazım yayınlanmıştı. İşte bu yazının sonunda anneme korktuğumu şöyle itiraf etmiştim: “Dünyanın gidişatına bakıyorum, ensem kararıyor! Moralini bozmadan açılabileceğim, duygularımı korkularımı paylaşabileceğim birisini arıyorum yakınlarımda… ve işte esas o zaman hissediyorum yokluğunu. Kendisine korkmadığımı söylemeyi çok istiyorum, ama gerçek bambaşka: Korkuyorum Anne!”
Şimdi de her nasılsa dilime pelesenk olmuş, ‘ağzımda kül tadı var’ diye söylenip duruyorum. Sabah uyanıyorum, ağzımda o sevimsiz kül tadı… Akşam yatarken damağımda yeniden o berbat tat! Savaş haberlerini izleyemiyorum. Yorumları okumak istemiyorum. Yıkıntıları, bombalarla harabeye dönmüş kentlere kasabalara bakamıyorum. Umutsuzluk, korku ve açlık içinde kıvranan perişan insanların yüzlerini göremiyorum.
Bekleniyor; birisinin sonunda tetiği çekeceği aşikâr. Stanley Kubrick’in Doktor Strangelove’daki Binbaşı Kong’u hayat bulacak! Yirminci yüzyılın Nostradamus’u sayılan Baba Varga’nın kehanetleri arasındaymış, 2025 yılı sonun başlangıcı olacakmış. Yorumculara göre 2025 yılı, büyük bir çatışmayla başlayacak. Bu da kıyamet ile sonuçlanacak olayların başlangıcı olacakmış. İnanmıyoruz tabii, 2000 yılından beri ilân edilen bu kaçıncı kıyamet tarihi!
Yok, ne kehanetlere inanıyorum ne de her fırsatta ortalığı karıştıran felaket tellallarını umursuyorum. Ama televizyonda karşı tarafın yerle bir olmuş evlerini gördüğünde darbuka dümbelek eşliğinde danseden insan müsveddelerinden korkuyorum! Bombalar altında parçalanan, açlıktan inleyen bebekleri ve çocukları potansiyel terörist görmeye programlanmış zihinlerden ve onları programlayan hastalıklı yöneticilerinden korkuyorum. Ben onu yok etmezsem o beni yok edecek paranoyasını masum beyinlere zerk eden toplum mühendislerinden korkuyorum. Hatalarını daha vahim hatalarla örtmeye çalışan diktatörlerden korkuyorum. Ve bu saydıklarımın dünyanın pek çok farklı köşesinde çoğaldıklarını fark ettikçe korkularım kat be kat artıyor. Üstelik bu korkularımın beni farklı kılmasından korkuyorum, çünkü farklı olduğum anlaşılırsa asıl korkulan ben olurum!
‘Ağzımda Kül’, Beki Bardavid’in 1994 yılında Gözlem Kitabevinden çıkardığı büyük boyutlu kalınca kitabının adıydı. Eskiler hatırlayacaktır, 2014 yılında kaybettiğimiz Beki Bardavid Şalom’un yazarlarındandı. Üretken olduğu kadar azimli bir kişiliği vardı. Çocuklarını büyüttükten sonra yarıda bıraktığı yüksek tahsilini sürdürmüş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans ve yüksek lisans derecelerini aldıktan sonra, 2007 yılında İspanyol Dili ve Edebiyatı üzerine doktorasını elde etmişti. Fakat hepsinden öte mükemmel bir Türkçe’ye sahipti. Ağzımda Kül adlı eserini hazırlarken benim de küçük bir katkıda bulunmamı istemişti. Kitabının ortasına bir çizim yerleştirmek istiyordu. Tam 43 ayrı dilde kendi elyazısıyla küçük kağıtlara yazdığı “Bir daha asla” deyişinin yer alacağı bir tablo. Kıramadım tabii, isteğini yerine getirdim. Ancak içimde bir kuşku vardı. Kitabın tamamında Bardavid kendi yaşamından kesitler sunuyordu. Öyküleri kişiseldi. Acaba minicik kağıt parçalarına 43 ayrı dilde karaladığı “Bir daha asla” deyişi kendisiyle mi ilgiliydi? Çünkü doğal olarak bu deyiş zihnimde bambaşka çağrışımlar yapıyordu. Sonunda “içinden nasıl geliyorsa öyle yap” demesine güvenerek bu küçük kağıtları “dikenli tellerin arkasından alevlerin içine attım”.
Bir müddet sonra bir edebiyat dergisinde çıkan eleştiri yazısında, Beki Bardavid’i “Türk dilini en iyi kullanan yazarlardan biridir” diye tanımlayan gazeteci yazar Bülent Akkurt (1925 - 2014), şöyle bir yorum getirecekti: “Bu tablonun içinde Beki’nin 43 ayrı dilde topladığı ‘Bir daha asla’ deyişi alevler içinde yanarken; acaba Beki Bardavid tüm yaşadıklarına ya da hiç değilse bu yaşam içinde yaptığı hatalara mı “Bir daha asla diyor” diye düşünebilirsiniz. Şöyle ya da böyle, kuşkusuz hiç kimse yapmış olduğu hataları tekrarlamak istemez; lakin o hataları tekrarlamamak için savaşım verirken, her zaman yeni hatalar yapacağımızı da hatırdan uzak tutmamalıyız.”
O gün bugün, ne zaman beni hafakanlar bassa, ağzımda kül tadı hissederim.