Mindfulness endüstrisi

Riva DUVENYAZ Köşe Yazısı 2 yorum
28 Mayıs 2025 Çarşamba

Mindfulness, yani ‘şimdiki an’a dikkatini vermek günümüzde herkesin ulaşmaya çalıştığı nokta. Etrafımızda, Budist meditasyon pratiklerinden yola çıkan epey çok kitap, uygulama, online eğitim, workshop ve lüks retreat'ler var. Buna ben Mindfulness Endüstrisi demek istiyorum. 9 milyar USD civarında global bir pazarı olan bir ürüne endüstri demek çok da yanlış olmaz sanırım.

Geleneksel Budizmin kişisel gelişime indirgenmiş, batılılaştırılmış ve sisteme uyumlu hale getirilmiş versiyonuna itiraz eden Slavoj Žižek’ten çarpıcı bir tez okudum bugünlerde: Lacan Neden Budist Değil? (Soyadı Jijek okunuyor.)

Žižek Budizm'e karşı değil, ama onun ticari versiyonuna karşı. Yani neoliberal kapitalizmin endişelerine karşı bireyi uyumlu hale getiren versiyonuna. “Daha verimli ol, daha az stresli ol, daha mutlu ol.” Žižek’e göre bu pratik, sistemi sorgulamayı kesiyor, acıyı kişisel bir meseleye indiriyor. Yani mindfulness, bir nevi psikolojik yama haline geliyor. Ona göre mindfulness endüstrisi, geleneksel Budizm’den epey farklılaşmış bir garabete dönüştü.

Gelelim okuduğum teze: Lacan Neden Budist Değil?

Žižek kendisine tezinde yol gösterici olarak Lacan’ı seçiyor. Ona göre gerçek özgürlük, eksiksizlikte değil, arzu ve eksikliklerle barışarak çelişkilerin içinde hareket etme kapasitesindedir.  Eksiklik bir ‘problem’ değildir; onunla yaşamayı öğrenmek gerekir.

Acı, gerçekliğin doğasında vardır onu bastırmak değil, tanımak ve sürdürmek gerekir. Dile getirilemeyen arzular çemberi insanı hep eksik olma halinde tutar. Lacancı psikanaliz bizi gerilimle kalmaya zorlar: Arzunun çözülmez yapısıyla yüzleşmeye çağırır.

Budizm arzudan ve acıdan kurtulmak için bağsızlık ve kopma önerirken, Lacan arzuyu insanı yapılandıran temel unsur olarak görür. Arzu yok edilmesi gereken bir şey değildir. Lacan’ın ‘Gerçek’ diye bahsettiği şey kelimelere dökülemeyecek kadar rahatsız edici bir çekirdektir.

Burada en önemli unsur, sözlerle ifade edilemeyen bölümdür. Dil her şeyi ifade edemez her deneyim dile dökülemez.

Örneğin aşk ile ilgili “Beni tamamlıyor, hayatım anlam kazandı, o benim diğer yarım” gibi sözler sarf etmek çok kolaydır. Bu romantik anlatıdır. Ancak aşk ilerledikçe yoğunluk mantık dışı hâle gelebilir. Örneğin ayrılığın ardından hâlâ arzu devam edebilir. Söze dökülemeyen bölüm ortaya çıkar. Bir delik açılır: “Ben aslında neyi seviyorum?” İşte orada, simgesel düzen çatlar ve Gerçek sızar.

Lacancı etik arzuyla yüzleşmeyi, tatminin imkansızlığını kabul etmeyi savunur.

Kısaca, bu tezi çok sevdim. Çünkü benim kendi bakış açımla uyuşuyor. Ben insanların Sokrates okumadan da Stoa’cı, lüks retreat yapmadan da mindful olabildiğini düşünüyorum. Ve onlara hayranım.  Acıktığı zaman yiyen, bulunduğu ana bütün varlığını iliklerine kadar dahil edebilen doğal insanlar olduğunu görüyorum onlara haset edip onlar gibi doğal olmaya çalışanları anlamsız buluyorum.

Aynı şekilde tezin diğer ucu olan Lacan teorisinin de öğrenilip içinde kalınası bir öğreti olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar Lacan’ı okumadan da Lacancı olabilir.

Sürekli bir eksiklik hissine sahip olan, tamamlanmışlık hayaline inanmayan, hiçbir şeyin tam tatmin etmediğini sezgisel olarak bilen insanları gözlemliyorum ve çok beğeniyorum. Onlar arzunun sahip olmakla değil, sahip olamamaktan beslendiğini anlıyor.

Kısacası, mindfulness endüstrisi ve Lacancı bilmişlik, insanın doğasında ve sezgilerinde gelişmesi umut edilen içsel olgunluğun sadece birer ticari dışavurumudur. Kendi doğamı sorguladığımda Slavoj Žižek gibi Lacan’a daha yakın olduğumu fark ediyorum…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün