Kendimi bildim bileli kitap fuarlarına kitapları koklamak, yeni çıkanları incelemek, okuyacaklarımı belirlemek ve sevdiğim yazarlarla tanışmak için gittim. Tüm çocukluğum ve gençliğim boyunca içimde bir yerlerde “Bir gün o imza masalarında ben de oturacağım” özlemi var mıydı? Doğrusu hatırlamıyorum. Sanırım kendime o payeyi biçmeyi hep biraz hadsizlik olarak gördüm. Zira bir yazar olmak söyleyecek bir sözü olmaktı benim için. Ben kimdim ki söz söylemek için!
Şimdi imkanlarım ölçüsünde seyahatler ediyorum, farklı coğrafyaları geziyor değişik kültürlerden toplumlarla karşılaşıyorum. Oysa o zamanlar farklı kültürlerin kapılarını bana açanlar yazarlardı. Okumak benim için sadece içerik okumak değildi. Ama okuduğumda bir şiir, bir melodi arayışıydı. Evet bir çoklarınız gibi beğendiğim ya da bana yol göstereceğine inandığım cümlelerin altını ben de çizerdim, hala da çiziyorum. Yeri gelir bununla da yetinmez, kimi cümleleri o günlerde bunun için ayırdığım bir deftere not alırdım. Yazar neyi nasıl söylemiş? Nelerden feyz almış? Hangi cümlesi beni nerelere taşıyor? Nasıl bir bilgelik günümü aydınlatıyor? Çünkü bilgi değil, bilgelikti aradığım. Gıyabında kendime rehber bildiğim, yolumu aydınlatan, hatta kimi zaman bilinçsizce tanrılaştırdığım kişilerdi yazarlar. Fuarlar onlarla buluşma ihtimaline taşıyan portallardı benim için.
Geçtiğimiz hafta sonu, İstanbul’da Üsküdar Kitap Fuarında ‘Ayrık Otunun İçsel Yolculuğu’ kitabımı imzalarken biraz da bunları düşünüyordum. Standa uğrayan okurlarla tanışmak, sohbet etmek, neleri sevip neleri sevmediklerini duymak, hayatı konuşmak oldukça ufuk açıcı bir deneyimmiş. Kitabım çıktığından beri bu ikinci fuar deneyimimdi. Yazar olarak katıldığım ilk fuar Lüleburgaz’da gerçekleşmişti. Masanın öte tarafında oturunca farklı şeyler gözlemliyormuş insan. İlk andan dikkatimi çeken iki fuar ziyaretçisi arasındaki fark oldu. Lüleburgaz’daki fuarda bir merak, bir “daha önce karşılaşmadığım, yeni ne var?” açlığı dikkatimi çekmişti. Okur standa geldiğinde uzun uzun önce kapaklara, sonra arka kapaklara bakıyor ilgilendiğinin içlerini inceliyor sonra da sizinle konuşuyordu.
Üsküdar Fuarında ise bir yandan İstanbul’un insana yüklediği koşuşturmaca, telaş ve hız bir yandan da zamanın sorunu olarak niteleyebileceğim “çalınan dikkat” fuar ziyaretçisinin davranışına yansımış. Çoğunluk pek de sağa sola bakmadan önden belirlediği standlarda zaten almaya kararlı olarak geldiği kitaplara doğru meylediyordu.
Büyük şehrin telaşı ve hızı kitap seçme alışkanlıklarımıza da yansımış hedef odaklı bir ziyaretçi profili hissi uyandırdı bende. Düşünmeden edemedim, içimize işleyen bu telaş, bu hız özünde bir anlama, idrak etme ve hazmetme meselesi olan okumayı da bir tüketim objesine mi dönüştürmüştü yoksa?
Oysa havalar ısınmış, güneş güzel yüzünü göstermiş, kuşlar cıvıl cıvıl ötmeye başlamıştı. Üsküdar Kitap Fuarı kitaplarla nefes almaya, bahar da yavaşlamaya çağırıyordu İstanbulluyu. Yavaşlamaya ve bu sayede hayatı daha anlamlı hissederek yaşamaya çağırıyordu.
Yaşam eylemde gerçekleşiyor belki ama yavaşladıkça anlaşılıyor. Yavaşladıkça nefes de derinleşiyor, tüm bedene yayılıyor. Yavaşladıkça mecburiyetler keyfe dönüşüyor. Ve yavaşladıkça tüketim hazmetmeye evriliyor. Yavaşladıkça hayat güzelleşiyor, sevgi ve saygı gelişiyor. Yavaşladıkça korkularından arınıyor insan ve yavaşladıkça kendinden özgürleşiyor.
Bu hafta sonu anneler günü. Gönlüm tüm dünya ülkelerinde halkların da idarecilerin de yavaşlayıp kendilerinden özgürleşmeyi denemelerini diliyor. Her nerede yaşıyorlarsa yaşasınlar tüm çocukların, tüm gençlerin bu günü anneleriyle özgürce kucaklaşabilmelerini diliyor.