Bu yazıyı Sırrı’yı beklerken yazmaya başladım. Sırrı Süreyya Önder. Levent Camii’nde kılınan namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığına gelecekti. Yaşarken bir yere ait olmadığı ama artık ebedi evine girecekti birazdan. Binlerce insan onu bekliyordu. Daha mezarlığın girişinde, yollarda, iç yollarda, her yer kalabalıktı.
Mezarının yanı başındaki ağaca tırmanan gençler, onu son kez görebilme umuduyla zar zor tutunuyordu. Ülkenin kırılgan demokrasisinin dallarını tutuyorlardı adeta. Ne olacağını bilemeden…
O kadar kalabalıktı ki; Sırrı’nın mezarını görmek mümkün değildi. Ünlü/ünsüz siyaset dahil birçok insanın cenazesine gittim. Böyle bir kalabalık, hele ki mezarlıkta daha önce denk gelmedim. Hayatta çok az kişiye nasip olur sanırım böyle uğurlanmak.
Üstelik laf olsun, adet yerini bulsun diye değil gerçekten Sırrı için saatlerce beklediler.
Kimi üzüntüsünü sigaradan çıkarıyordu, kimi sessiz öylece boşluğa bakıyordu, kimileri yanındakiyle konuşuyordu. Sırrı gelene kadar kimse eksilmedi aksine çoğaldı.
Ben, ezilmekten son anda vekiller sayesinde kurtuldum. Kendimi, Özgür Özel’in yanında bulduğum an, Sırrı’nın mezarını gördüm. Arkadan istemsizce itenlerden hiç bahsetmiyorum. Zar zor dışarı çıktım diyebilirim…
Büyük bir savaşın diyalog köprüsüydü Sırrı. İki tarafa ayrılan saflarla, konuşabilen onları gönül köprüsünden cesaretle geçirmeyi isteyen çabası hiç bitmedi. Bu uğurda hapis de yattı, yine bitmedi.
Ben, Sırrı’yı ilk kez 2008 civarı Sinan Çetin’in ofisinde tanıdım. Aylar sonra bir akşam çok ünlü bir mimarın İstanbul’a geldiği gecenin davetinde karşılaştık. Derken; çalıştığım haber merkezinde işler sarpa sarınca ben blog yazmaya başladım. Sırrı yazılarımı görmüş. Beni aradı. Önce dedim, numaradan güzel falan diyor yazılarıma. Sonra baktım cidden beğenmiş. Ben niyetini yanlış anlamışım, adamın sevgilisi varmış. Kendimden utandım.
Sonraki günlerde ona da anlattım. Hem güldü, hem de “kadınların üzerine o kadar geliyorlar ki, kadınlar kendi yeteneklerine inanmaz oldu.” dedi. Biz, Sırrı ile bir dolu dizi yazdık. İsimler hep müsteardı. Zaten hikayeyi o kurardı, bize genelde diyalog, olay örgüsü, alternatif sahneler gibi meseleler kalırdı.
Fakat ondan öğrendiklerim o kadar kıymetliydi ki; zor zamanlarımda karşıma çıktığı için mi sevineyim yoksa yürekten, bir okul gibi modern bir dervişe denk geldiğim için mi bilmiyorum. Gerçekten onunla çalıştığım ve arkadaşı olduğum için hep şanslı hissettim. Aylar sonra bana “sana bir fikrim var” dediği, ilk kitabımın hikayesi ile geldi. “Struma Gemisini sen yazmalısın” dedi. Ben altından kalkabileceğimi düşünmezken o beni ikna etti. Üç ayda yazabileceğimi söyledi ama ben üç yılda yazabildim. Sonuçta yazdım.
Hatta girişini bir türlü yazamıyordum. “Sen romanı yaz, girişini ben hallederim” dedi. Romanın ilk iki sayfasını Sırrı yazdı. Böyle paha biçilmez bir hatıranın yanı sıra, ilk kitabımın sadece girişinde değil ruhunda imzası var.
O günlerde, ikimiz de Cihangir’de oturuyorduk. Çoğu kişi bilmez ama Sırrı “yetmez ama evet”çi değildi. Hiç olmadı.
Sonra Radikal’de yazmaya başladı. Hatta bizim senaryo işleri de yolunda gidiyordu. Fakat Radikal gazetesinde yazıları sürekli haber olunca, Sırrı’ya milletvekilliği teklifleri yağdı. Hepsinden. AK Parti’den, CHP’den hepsinden geldi. Ben ve birkaç kişi Sırrı siyasete girmesin diye çok dil döktük, olmadı. Sonunda kendisine bir ideal edinerek Kürt siyasetinden meclise adımını attı.
Şaşırmadım çünkü Sırrı güçlüden değil, zayıftan yana ağırlık merkezini koyan, tüm kaynaklarıyla zayıfı savunandı.
Tabi o sıralar, senaryo ekibine de mavi boncuklar dağıtıyor. İşlerde bir aksama olmayacak diye ama mümkün mü! İki sene kadar ancak devam edebildik sonra hepimiz dağıldık.
Diyaloğumuz tabii ki devam etti. Zaten komşumdu aynı zamanda arkadaşım. Hatta bizim iş dağıldığında benim evdeydik. “Sırrı sürekli yeniden başlamak çok yorucu hayat böyle bir şey mi ya” diye sitem ediyordum. “Öyle” dedi. “Her seferinde ayağa kalkacaksın.”
Bunu o kadar yaşanmış bir samimiyetle söyledi ki; galiba hayatımda bir daha bu soruyu hiç sormadım. Kendime bile. Kabul ettim. Hala da sormam. Nasıl bir duyguyla içime ektiyse…
Zorluklar karşısında yıldığını hiç görmedim ama yorulmuş olduğuna eminim. Bu yazı Sırrı Süreyya Önder’e veda yazısı değil. Çünkü ben ona veda etsem de, o hatıralarıyla bende yaşıyor.
Gidişine veda edebilirim belki ama bıraktığı izlere değil. Çünkü bazı insanlar, yanımızdayken değil, içimizde hatıralarıyla daha çok konuşur. Toprak seni almış olabilir Sırrı’cım ama kelimelerin hala ayakta!
Bir şair gibi geldi, bir derviş gibi gitti…