Ruhun kara kutusu

Bahar FEYZAN Köşe Yazısı
30 Nisan 2025 Çarşamba

Kimi okursam okuyayım sonunda ona dönüyorum. Takıntı yaptığım sevgilim gibi. Ve ne okursam okuyayım mutlaka çok daha önce yazılmış bir benzerlik buluyorum. En sevdiğim yazarların başında geliyor Dostoyevski. Bence aynı zamanda bir dahi. Ruhun kaşifi. Yol haritam ve olmazsa olmazım. Kara kutum.

Şalom’da bu hafta Dostoyevski’ye dair düşündüğüm ve bildiğim her şeyi kayda geçirmek istedim.

Psikoloji dünyası; onun, insan ruhunun en derinine inebilen büyük bir deha olduğu konusunda hem fikir.

Dostoyevski’nin tasvirleri değil, ızdırabı ve hazzı çok derin yansır.

Kırılgan, kendi dehşetiyle yüzleşebilmiş bir deha! Kusurlarını kucaklamak, kendi ızdırabıyla yüzleşmek! Bu cesareti romanlarında karakterleriyle kavga ederek yapmak!.

Kendi aptallığını Prens Mişkin’e yüklerken, öfkesini Raskolnikov’da sağıltmak.

Vicdanını ise şüpheciliğiyle komiser üzerinden sağlamak…  

Ayrılmayı da, kavuşmayı da, öldürmeyi de romanlarında tamamladı. Derinlik korkusu, ona hayatın başında vurgun yedirdi. Ölüm korkusunu aştıktan sonra o derinliklere kendisi bizzat indi…

Balzac ve Dickens’tan çok etkilendi. Tolstoy ile rekabet etti. Her ne kadar birbirlerine, ortak tanıdıkları aracılığıyla selam gönderseler de aslında birbirlerini hiç sevmediler.

Biri Platoncu öteki Aristocu bulunurdu.

Tolstoy, epik yani destansı Homeros’a benzetilirdi. Dostoyevski ise çok sesli bulunur, dram yazarı Shakespeare’e benzetilirdi.

“Ve çok geçten daha kötüsü yoktur hayatta” diyen Sabahattin Ali gibi haksızlıklar yakasını hiç bırakmadı.

Psikolojik derinliği benzersiz bulunurdu ama o yaşadıklarına bakabilmişliğin büyük bir hasarıydı. Zindanda dura dura kendi içindeki zindana ulaştı.

Bu yüzden Stefan Zweig psikologların psikoloğudur, dedi Dostoyevski için.

Mesela Tolstoy bir sosyolog gibi uzaktan bakardı. Acıya da, topluma da... Trajediyi zamanın içinden geçirir ancak acı çeken bir ruha Dostoyevski kadar derinden bakmaya cesaret edemezdi. Fakat toplumu çok iyi analiz ederdi, romanlarında. İnsanı doğuştan günahsız sayardı.

Dostoyevski hiçbir zaman bununla yetinmedi. İnsan ruhunda gizlenen tüm kötülüğü ortaya sererdi. Okuru dönüştüren bir okuma diye tanımladı Jordan Peterson. Sadece o değil neredeyse tüm psikoloji dünyası.

Mesela Raskolnikov metaryalist bir akılcı karakterdi. Ve o döneme göre de yeni insan tipiydi. Tanrı’nın öldüğü fikrine kendini inandırmış, insanların ahlaki ya da geleneksel şekilde hareket etmesini onların korkaklığına bağlardı.

Eleştirdiği insanlar, toplumsal mutabakatın getirdiği kısıtlamalardan kurtulmayı ve normların dışına çıkmayı beceremeyen insanlardı.

Raskolnikov ise fikirleri nedeniyle ızdırap çekerdi. Parası yok. Aile problemleri çok…

Sonunda tefeci kadının batağına düşen Raskolnikov, çareyi bu kadını öldürmekte buldu.

Hatta kendisini bu işe öyle bir inandırdı ki; tefeci kadını öldürmek adeta topluma iyilik yapmaya eş değerdi. Bir plan yaptı. Baltayla kadını öldürdü. Fakat olaylar ve moralite düşündüğü gibi gelişmedi.

Çünkü cinayetten önceki Raskolnikov ile cinayetten sonraki Raskolnikov kesinlikle aynı kişi değildi. Cinayet sonrası yeni bir evreye geçen Raskolnikov; korku, kaos, acı, aldanma ve dehşetin içinde buldu kendisini!

O dönemde yaşayan belirli bir ideolojinin vücut bulmuş haliydi Raskolnikov.

Bu ideoloji tüm Avrupa’yı dolaşıp, Rusya’da yayılmış ve Rus Devrimi’nin felsefi açıdan öncüsü gibi kabul edilmişti. Birçok şeyin birleşimi olan bir karakterdi dönem olarak. Hatta gerçekten bile daha gerçek kabul edilmişti. Düşünün! Öyle bir etki yarattı.  

Belki siyasete atılsa, tarihe bile geçemeyecek bir lider olabilme ihtimali varken, yazdıklarıyla toplumları deprem gibi derinden sarsıp dönüştürdü.

Cemal Süreyya “Dostoyevski okuduktan sonra huzurum yok” dedi.  

Herkesin birilerini suçladığı bu dünyada, kendini suçlayan en gerçekçiydi Dostoyevski!

Nietzsche’nin İsa’yı, Freud’un anneyi, Marks’ın zenginleri, Rand’ın faydasızları, Simon de Beauvoir’ın babayı, Schopenhauer’un kadınları suçladığı iklimlerin en bireycisiydi aslında.

Psikanalizin kurucusu Freud, “Gittiğim her yerde benden önce oraya gitmiş bir şair buldum” dedi, Dostoyevski için.

“Dünyanın en gereksiz, işe yaramaz adamını alıp bir gişe memuru yapın, kendini önemli biri sanıp hemen sizi aşağı görecektir” dedi Dostoyevski. Adeta günümüzün danışman kadrolarına çoook uzaktan sağlam bir gönderme yapmıştı!

“İnsan, en çok yalanı kendisine söyler ve olayları kendi çıkarına göre yorumlar” dedi. Sadece demedi çoğu romanında bunu anlattı. Psikoloji dünyasında ise bu fikir deneysel olarak 1950’lerde kabul edildi. Oysa Dostoyevski bunu çok daha önce anlatmıştı.

Kendisini karamsar, hastalıklı ve sabırsız bulurdu. Kumar bağımlısı olduğunu bilmeyen yok. Kumarbaz diye 25 günde yazdığı bir romanı bile var.

Freud’a göre kumar bağımlılığı, sürekli kendini cezalandırmasıydı. Güçlü bir yıkım iç dürtüsü vardı.

Sara hastasıydı, epilepsi nöbetleri geçiriyordu.

Devlet aleyhine propagandadan sekiz ay sorgulandı. İdamına karar verildi. Aylarca öleceği günü beklerken durumu daha da kötüleşti.

Bir sabah gözleri bağlı idama götürülürken sonun yaklaştığına emindi. İdam fermanı okundu. Tam kurşuna dizilecekken Çar’ın idam kararını geri çektiği haberi geldi. Belki de en başından plan, ona bunu yaşatmaktı.

Ardından kürek mahkumluğu ve zorunlu askerlik geldi.

Bu sürecin sonunda ise en iyi eserlerini yazdı. Gerçeğin gözüne kendisine çekilmiş tetiğin namlusundan bakmıştı.

Yazdığı Raskolnikov karakteri, katil olmasına rağmen, neden dünyada bu kadar ilgi görmüş ve daha ötesinde kimilerince hak verilmişti sizce?

Çünkü Dostoyevski karakterlerini besleme gibi yetiştirmedi. Yargılamadı. Onun anlama çabası hiç bitmedi.

Yaşadığımız hayat ve arzu ettiğimiz hayat arasındaki boşluğu çok iyi anladı, yaşadı ve yazdı.  Bu boşluğa katlanmaktır esas mesele dedi. Bu ızdırabı çok iyi anladı!

Onun söylenmemiş en büyük paradigmasıydı bu. Romanları bunun etrafında döndü.

Bugüne dair değişmiş gibi görünen devletler, liderler, ülkeler, biçimler olabilir ama Dostoyevski özünde hala fısıldıyor.  Zemin değişir, insanlar değişmez. Dostoyevski bunu gördü.  

Yani Dostoyevski hala konuşuyor. Biz değiştik sandık, o hep biliyordu. Değişen sadece maskelerdi. Yüzyıllar geçti, devletler devrildi, bayraklar bile değişti. Ama Dostoyevski’nin sesi, insanın en derin yarasından hala usulca sızıyor.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün