Bertrand Russel’a göre Pythagoras, bu dünyadan geçmiş en önemli ve en ilginç insanlardan biridir… Söylediklerini bilimsel olarak kanıtladığı zamanlarda da ilginç; ruhun ölümden sonra başka bir canlıya geçtiğine dair ‘inancını’ kanıtlayamadığı zamanlarda da…
Bilimsel matematiğin, yani ileri sürüleni kanıtlama alışkanlığının, Pythagoras’la başladığı söylenebilir.
Pythagoras, ilginç -ama bugün için çelişkili- bir kişilikti. Bir yandan, ileri sürdüklerini kanıtlamaya çalışan dürüst bir bilim insanı… diğer yandan, kanıtlanması mümkün olmayan inançlarını savunmayı sürdüren bir mistik, müritleri için de peygamber gibi bir şeydi.
Aslen Samos adalı olan Pythagoras (MÖ 6. yüzyıl), daha sonra antik İtalya’da bulunan Kroton kentine yerleşmiş ve orada, ‘Pisagorcular’ adı verilen ezoterik bir topluluk kurmuştu.
Topluluğun belirgin özellikleri: rakamlara, günün modasına göre, özel anlamlar yüklemesi; reenkarnasyona inanması; ve et yememesiydi.
Ne var ki, ‘inandıklarınız’ ile ‘kanıtladıklarınıza’ eşit derecede güvendiğiniz zaman, işin sonunda hayallerinizin esiri olmanız kaçınılmaz.
Pisagorcular tarikatının da, yukarıdakilerin yanında, fasulye yememek, düşen bir şeyi kaldırmamak, beyaz bir horoza dokunmamak… vs. gibi, bize bugün “batıl” görünen, bir sürü inancı vardı.
Önceleri, belki de, tanrıların dünyayı nasıl yönettiklerini izlemek anlamına gelen theoria (teori) sözcüğünün, zamanla, bugünkü bilimsel anlamını kazanmasında, yani doğanın dünyayı nasıl yönettiğini izlemeye dönüşmesinde, yani dinsel inancın bilimsel karakter kazanmasında, Pythagoras’ın katkısı olmuştur sanıyorum.
Rasyonel düşünce ile, aklın erişemediği, insan mantığının itiraz ettiği inançların karşı karşıya gelişleri de Pythagoras ile başlamıştır… Tabii söylemek gerekir ki, bir matematikçi-gizemci karışımı olan Pythagoras usta, burada, rasyonel düşüncenin değil, inanç dünyasının yanında saf tutmuştur.
Pisagor’u düşündüren şeyler, ‘bu dünyalı’ olmaktan çok, ‘öteki dünya’ ile ilgiliydi. Kendisine yarı-tanrısal bir nitelik atfettiği ve kendisi için şöyle söylediği bile rivayet edilir: “Üç çeşit varlık vardır: Tanrılar, insanlar ve bir de, Pythagoras gibi yaradılışlar…”
Modern bilimsel düşünce ile Pythagoras düşüncesinin farkı -ya da benzerliği- modern düşüncenin, “doğanın dünyayı nasıl yönettiğini” anlamaya çalışırken, Pythagoras’ın “tanrıların dünyayı nasıl yönettiğini” merak etmesinden ibaretti… ve bu da, MÖ 6. yüzyılda yaşamış bir bilim insanı için hoş görülebilir bir şeydir.
Pythagoras’ın en ünlü buluşu, adı üzerinde, Pythagoras teoremidir: (Hatırlayalım: Dik açılı üçgenlerde, dik açıya bitişik iki kenarın karelerinin toplamının, hipotenüsün karesine eşit olduğunu kanıtlayan teorem.)
Geometrinin, felsefe üzerinde ve bilimsel metod üzerindeki etkisi derin olmuştur. Geometri’nin yaptığı şudur: “doğrulukları apaçık olan, herkes için aşikar olan” aksiyomlardan hareket ederek, çıkarsama yöntemiyle, “doğrulukları apaçık olmayan” teoremlere ulaşmak.
Böylece, birçok aydın, yeni bir yöntem doğduğunu, dünyanın aşikar olan bir niteliğinden hareket ederek, diğer yönlerini çözmek mümkünmüş gibi görünmeye başladı… ve matematik bize, mantıklı ve anlaşılır bir dünyada bulunduğumuzu telkin eder gibi görünmeye başladı.
Ne var ki, geometrinin söz ettiği düz çizgilere, dairelere vs. gerçek yaşamda rastlayamazsınız. Doğada, yani duyularımızla algılayabildiğimiz alanda, herhangi bir düz çizgi yoktur… ne de kusursuz bir dairesel nesne.
Pythagoras ile başlayan, teolojiyle matematiği karıştırma hevesi, Orta Çağ’da devam etmiş, Descartes, Spinoza ve Leibniz’e kadar sürmüştür.
Bu üçünde görülen, “din ile mantığın”, “ahlaki beklenti ile zamansız olana duyulan hayranlığın” harmanlanması olarak tezahür eden… ve aydınların tanrı-bilimi entellektüel merakı haline getirmesinin nedeni de, muhtemelen, Pythagoras’dır.
Yukarıda da söylediğim gibi, Russell’a göre, Pythagoras düşünce dünyasında en çok etkisi olmuş insandır. Doğayı sadece anlama yetimizin gördüğü, duyu organlarımızın -ve aletlerimizin- bu hususta kör kaldığı fikri “doğruysa da yanlışsa da” ona aittir.