´Çocuklar Ağlamayın´

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
20 Aralık 2023 Çarşamba

Deprem felaketinin senesi dolmadan, savaşlar, iklim acil durumu gibi çocukların ya canlarını alan ya da hayatlarını yaşanmaz hale getiren durumlar dayanıklılığımızı zorlamaya devam ediyor. Nasıl dayanacağız, nasıl insan kalabileceğiz? Bu sorunun cevabını düşünerek tekrar yazdığım uzunca bir yazıyı paylaşmak istiyorum.

Yuva/kreş amaçlı kullanılan çadırın kapısındaki yazı hepimizin dikkatini çekmişti. Grubumuzdaki Türkçe bilmeyen meslektaşlarımıza çevirisini yaparken anlamını çözmeye çalışıyorduk: ‘Çocuklar ağlamayın, sonra öğretmenleriniz üzülüyor.’

***

28 ya da 29 Ağustos 1999’du. Adapazarı’ndaydık. İçinde olduğumuz grupta sadece psikiyatrlar, eğitimciler ve psikologlar yoktu; sinemacılar, akademisyenler, karikatüristler, üniversite öğrencileri ve değişik mesleklerden gönüllülerle beraberdik. Depremin yol açtığı travmatik durumu anlayabilmemizi sağlayacak bilgilerle donandığımız, değişik ülkelerden gelmiş uzmanların katkısıyla İstanbul’da iki gün süren bir seminer düzenlemiş, depremzedelerin ruh sağlığını koruma amaçlı olarak ne yapacağımıza karar vermek üzere Değirmendere, Gölcük ve en son Adapazarı’na gelmiştik.

Çadır-yuvadan çıkıp Adapazarı merkezindeki Cumhuriyet (Hükümet) Meydanına geldiğimizde alanda yıkık adliye ve maliye binalarının yanı başına kurulmuş çok sayıdaki çadırın arasında bir süre dolandık. Ortalıkta kalabalık edip işleri bozmak istemiyor, bir yandan da ne işe yarayabileceğimizi düşünüyorduk. Başka felaketlerden tecrübeli Amerikalı, İsrailli, Hollandalı meslektaşlar sırf bir işe yaramak dürtüsüyle kalkıp gelmişlerdi. Beraberce ‘ne yapabiliriz’ sorusunun yanıtını arıyorduk. Çadırlarda süren eğitim ve ilk psikolojik destek çalışmalarını ziyaret edip, yapılanlara ‘neler ekleyebiliriz’i araştırdıkça, gelmeden önceki iki gün boyunca verdiğimiz, aldığımız müdahale eğitim çalışmalarında edindiğimiz donanımın olayın büyüklüğü karşısında eriyip gittiği hissine kapılmıştık.

Afetin çapını ve etkilerini gördükçe üzerimize çöken acıyı ve ağırlığı birbirimize sezdirmemek gayretine girmiş olduğumuzu sonradan görebildik. Üzülmek, ağlamak yerine kendimizi tutup yürütülebilecek terapi programlarını tartışmaya başlamıştık. Ama adeta saatler içinde huyumuzda bir değişiklik olmuştu. Yolunda gitmeyen en ufak bir şey olduğunda, o karmaşanın içinde bile, o sıradan aksiliği yadırgayıp sağa sola gergin tepkiler veriyorduk. Aramızda afetlerde ruh sağlığı alanında en tecrübelilerden olan Natti, “Öfke ifade edilmeyen acının yerini hemen doldurmaya başlar” diyerek konuyu açtığında, kusarcasına ağlamayı becerebilsek o an öyle yapacaktık.

Adapazarı’nın Cumhuriyet Meydanında, Atatürk anıtına yakın bir noktadaki STK çadırlarının hemen yanı başında 8-10 kişilik tuhaf kalabalığımızla ne yapacağımızı bilmez bir şaşkınlıkla dikilip durduk. Yaşanan acının büyüklüğü karşısında korkmuştuk. Acıyı derinden hissetmiş, ama acının ifadesinde sıkışıp kaldığımız için korkumuz ve üzüntümüz, adeta öfke ve kızgınlık olmuştu. Öfke ile acı arasında salınıp gidişimizi, galiba Leyla, biraz da uzun boyunun verdiği fiziki gücün yardımıyla durdurdu: “Şurada bir Eğitim-Sen çadırı var; bir bakalım, tanıdığım birisi olacak. Hem onlar öğretmendir, ihtiyaçları daha iyi biliyor olabilirler.”

***

Öğretmenlerin çoğu depremden doğrudan etkilenmişlerdi; arkadaşlarından, ailelerinden ve öğrencilerinden hayatlarını kaybetmiş çok kişi vardı. Dışarıdan gönüllü gelmiş olan öğretmenler acil ve gündelik ihtiyaçlarla ilgili kentteki diğer gönüllülerle beraberdiler.

Canlı ve gergin ruh hali çadırdaki ağır havanın mahzunluğuna hiç uymayan bir öğretmen kızgın bir tonda ama derli toplu konuşmaya başladı. Kentteki durumu, insanların moralini, öğrencilerinin halini bize heyecanla bir yandan da gözlerindeki yaşları silerek bir çırpıda anlattı. Çocukların ve ailelerinin ruh sağlığı ile ilgileniyorsak, durum çok kötüydü; bir şey, çok şey yapılması gerekiyordu. Ancak kimse ne yapılacağını bilmiyordu.

Ona çadırı sorduk, hani kapısında “Çocuklar ağlamayın, yoksa öğretmenleriniz üzülürler” yazan okul çadırını. Görmemişti, ama bize “Ne yazsalardı yani, siz de bir yazı getirin, onu assınlar o zaman” diyerek çıkıştı. Acıyla işimiz yok bizim dercesineydi. Aylar sonra o günü konuştuğumuzda acısını ortaya koymamayı en büyük hedef seçtiğini hatırlıyordu. Ne pahasına olursa olsun, acıyı göstermemekti hedefi… Gözleri çakmak çakmaktı. Kızgınlığı acısını örtmüştü, o anlığına. Gruptaki Amerikalılara, İsraillilere, Hollandalılara ne dediğini tercüme edemedik. Kızgınlığından korkup bir süre sustuk. Onlar da sormadılar.

Öğretmenin kızgınlığı diğer yerlerde gördüğümüz gibi çürük binaları yapan müteahhitlere, yardımı organize edemeyen ama bir şeyler yapıyormuş gibi gözüken belediyelere ya da talihe veryansın edenlerinkinden çok farklıydı. Bizi susturmuştu, ama düşünüyorduk. O anda bir sonuca varamayacağımızı düşünüp, otobüse geri yürümeye (ve İstanbul’a dönmeye) karar verdik. Yurtdışından gelenler kendi kafalarındakini uygulayabilecekleri ortamı tam bulamamış gibiydiler. Duruma uygun bir şey yapmak, yeni bir şey geliştirmek kolay değildi. Yetişilecek uçaklar vardı. Ayağa kalkıp çadırdakilere veda ettik, ilerlemeye başladık ki öğretmen arkamızdan bağırdı: “Nereye gidiyorsunuz? Bir şey yapmayacak mısınız? Neden geldiniz o zaman?”

Ekipteki psikologlardan Leo, “Adını sorar mısın?” diye benden tercüme desteği istedi. “Geleceğiz tekrar ve seninle buluşup çocuklar ve aileleri için ne yapacağımızı konuşacağız, de” diye ekledi.

Telli öğretmen ve onlarca arkadaşı ile beş gün sonra tekrar buluştuk.

***

Toplumsal olsun, bireysel olsun bir afet ya da felaket sonrasında tekrar toparlanmak için ‘olağan’ dönemlerdeki yöntem ve örgütlenmelerin dışına çıkmak gerekiyor. Biz de o döneme, çocuk ve genç ruh sağlığının korunması ihtiyacı olan geniş bir kitleye aynı anda ve kısa zamanda az sayıda uzman kişiyle destek olma yollarını bulmak için tek tek seans saatlerinde oturup dinleme modelinin dışında, bu modelin sağladığı bilgilere ve deneyime dayanarak, bir yol aradık. Ölüm neredeyse her eve uğramıştı. Travma, yas ve kayıpların derinliğini arttırarak etkisini gösteriyordu. Çocuklar aileleriyle birlikte travmatize olmuşlardı. Öğretmenler ve aileler şaşkındı, çaresizdi.

Çalışacağımız bölgedeki binlerce çocuğa nasıl destek olacağımızı tasarlarken Telli öğretmen ile çadırdaki konuşmamız ilham kaynağı oldu. Okulları bir ruh sağlığını koruma ve müdahale alanı olarak kullanmaya, 1999 depreminden sonraki ruh sağlığı ihtiyacının boyutunu görünce karar verdik.

Öğretmenler müfredatın bir parçası olarak hazırladığımız travmanın etkilerini anlamaya ve gidermeye dönük mesajları ve zihinsel alıştırmaları sınıf içinde uyguladılar. Öğretmenlerin ve anne-babaların çocuklarıyla beraber ve acılarına tahammül ederek zaman geçirebilecekleri zaman dilimleri ve mekânlar oluşturduk. Aileler ve öğretmenlerle beraber çocuklar kendi parklarını inşa edip, kendi oyuncaklarını ürettiler. Birbirlerine iyileştirici sözler söylemeyi, dertlerini anlayıp kabul etmeyi öğrendiler. Yaklaşık üç buçuk yılın sonunda müdahale edilmemiş yerleşimlerde bile travmatize olanların sıkıntılarında bir azalma olmuştu. Semptomları ilk aylara göre daha azalmıştı; işlere güçlere dönülmeye çalışılıyordu. Ancak öğretmen-aile-çocuk koruyucu programında yer almış olanlardaki iyileşmenin semptom azalmasının ötesinde olduğunu saptadık. Yaşamaktan aldıkları keyif çok daha erken gelmiş, aradaki zaman diliminde okula, işe ve hayata dönüş daha çabuk gerçekleşmiş, iyileşene kadar geçen süre kısaldığı için hayat ile ilişkileri daha hızlı normalleşmişti. Aileleri ve yakınları, öğretmenleri ve arkadaşları ile paylaştıkları acıların hayatı engelleyiciliği çok azalmıştı.

Büyük kitleleri etkileyen afetlerde çocuklar ve ailelere psikososyal destek deyince birçoğumuzun aklına ilk gelen ‘muayene ve tedavi’ tipi birey düzeyindeki yardım oluyor. Bu tip ileri düzeydeki desteğe ihtiyacı olan ve önceliklendirilmesi gereken çocuklar mutlaka olacaktır. Ancak geniş kitlenin ‘çok hasta’ olmasalar bile yaşadıkları kayıpların sızısıyla yıllarca zorlanacağını düşünürsek, çocuklara verilecek psikososyal desteği ‘psikologlar psikiyatrlar gidip çocuklarla konuşsun’dan çıkartıp, zamana yayılmış, yaşanan felaketi ve hayatlarına etkisini anlamalarına dönük her faaliyeti içerecek şekilde tanımlayabiliriz. Çocukların hayatlarında yeri olan anne-baba ve öğretmenler başta olmak üzere yetişkinleri, içinde yaşadıkları toplumsal yapıyı işin içine katabildiğimiz ölçüde ruh sağlığıyla ilgili bir iyileşme sağlayabildik. Bu toplumsal yapının, okul, mahalle, ya da işyerinde olan insanlarla beraber, geçici olarak da olsa yapının bir parçası olarak çalışmayı öğrendiğimiz ölçüde uygulamalarımız benimsendi.

1999 depreminin yıktığı kentler, altüst ettiği yaşamlar ve sarstığı ruhsal yapılarımızın yanı sıra böyle bir mirası oldu. Harcanacak bir miras değildi. Aksine paylaşmak, geliştirmek gereken cinsten, bir tür ödenemez borç olarak benim de içinde olduğum (farklı alanlarda benzer şeyler yapmış olan) birçok kişinin hayatlarını etkiledi.

6 Şubat 2023 depremlerinin yıkımı ve kayıpları karşısında 1999’daki deneyime bakarsak ne yapacağımızı belki daha önemlisi ne yapmayacağımızı daha iyi biliyoruz. Ancak, bildiklerimizi uygulamak için gereken toplumsal açıklık ve güven ilişkilerinin yıllar içinde daha iyiye gitmemiş olmasının etkisini, işbirliğine dayalı çalışmalarda zorlandığımızda görüyoruz. Bu zorluklardan yılmalı mıyız? Yılmamanın yolu var mı? Aklıma gelen: Toplumsal değişimlerin bir ömre sığmayacağını kabul etmek, değişim ve ilerleme için ‘ömrümüzden uzun hayaller’ kurmak, meyvesini yiyemeyeceğimizi bilsek de ‘yetmişinde zeytin ağacı dikmek’. Başka fikri olan?  

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün