SAVAŞ VE AKIL

Naci BOSTANCI Perspektif
21 Eylül 2022 Çarşamba

“Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır.” Meşhur Alman General Carl Von Clausewitz savaşla ilgili böyle demişti. Haksız değil. Politikanın ilgisinin olmadığı alan yok. Sonuçta iktidardan ve güç ilişkilerinden bahsediyoruz. Ancak bu sözün bir tarafıyla savaşı munisleştirdiği, kaçınılmaz olarak takdim ettiği ortada. “Eh, savaş da nihayetinde bir politik durum,” dediğinizde savaşa ilişkin tüm o kanlı görüntülerin üzerine bir ton olağanın boyasını çekiyorsunuz demektir. Kaçınılmaz olunca da kader gibi kabul etmek ve sonuçları her ne ise teslim olmak bir gerekliliğe dönüşür. Öte yandan ‘politikanın başka araçlarla’ vurgusu, nihayetinde birbiriyle mukayese edilebilir araçlar arasından bir başka setin seçimi gibi bir durumu akla getirir. Zekice ve zalimce. İnsan unsurunu görünmez kılan bir teknik aklın muhakemesi ancak böyle bir cümle kurabilir. Yine de bu sözün söylendiğinden beri ne çok kullanıldığı ve çeşitli halleri açıklamak için ona müracaat edildiği hatırlandığında, bir kişiye değil bir insanlık durumuna şahit olduğumuzu anlıyoruz.

Savaş üzerine çekilen çok film, yazılan çok roman, yapılan çok şarkı var. Filmlerde savaşın vahşeti, alt üst edilmiş şehirler, bedenleri parça parça edilmiş insanlar, en temel insani değerlerle keskin bir zıtlık içindeki zalimlikler kadar bağlamına ince bir duyarlılıklar yerleştirmiş mukabil örnekler var elbette. II. Dünya Savaşı’nın kült şarkısı Lili Marlen’deki gibi, kışlanın kapısında, fenerin altında iki sevgilinin gölgesi ve kaderin belirsizliği üzerine bir anlatı içimizde savaşa karşı hüzünlü bir itiraz yükseltebilir. Ancak filmler hüzne ya da benzeri duygulara yol verecek sahneleri baştan sona işlemezler, hatta bir lahza burada soluklanıp insani duygulara şöyle bir dokunduktan sonra, savaşın kendi nedenselliği içinde akıp giden vahşetini seyirlik bir unsur olarak üstümüze boca ederler. Yetmez, bazen o incelikli hüzün, ya da insani durum savaşın zalimliğiyle kardeş olur. Çünkü savaşlar çok gerçektir, hatta naif, romantik duyarlılıkları postalları altında ezip geçen bir katı hal olarak hayatımızın içindedir. O yüzden filmlerdeki bu tür temalar, sanki insanlığımızı savaşın dehşetiyle barıştırmak için verilen küçük birer rüşvete dönüşürler.

İnsanoğlu savaşı olağan kabul etmeye ve gerekirse onun bir parçası olmaya bir anda gelmez. Bunun arkasında yüklü bir anlatı, derin bir toplumsal ve kültürel müktesebat vardır. Yeryüzündeki hikâyemizde çatışmanın, savaşın, ölme ve öldürmenin bize hep eşlik ettiğini biliyoruz. Habil Kabil’e kadar uzanan bir çizgi bu. Ölmemek için öldürme, kurtlar sofrasında kendine yer bulma, hayatta var olmak için güçlü olma ve gerektiğinde savaşa hazır olma vs… Askeri müziklerden tutun parlak retoriklere kadar insanları ‘savaş için cesaretlendiren’ birer kahraman olmaya hazırlayan bir yığın malzemeye tüm toplumlarda rastlanır. Savaşın nedenleri ne olursa olsun ‘bizim’ bildiğimiz, haklılığımız, saldırı altında bulunduğumuz, ortak var oluşumuza bugünde veya gelecekte yönelik tehditlerdir nedenler. Savaş iki taraflıdır ancak her iki taraf da mutlak bir haklılık duygusuyla insanlarını seferber eder. Bu meşruiyet duygusu olmaksızın sağlam bir dayanışma kurmak, insanları canlarını ortaya koymaya çağırmak mümkün olmaz. Fakat haklılık nedir ki? Almanya II. Dünya Savaşı’na, birincinin ‘kendisine hayat hakkı tanımayan’ şartlarına ve düzenlemelerine bir itiraz, ‘Alman halkının hakkı olan egemenliğe’ engel çıkartan bir dünyaya karşı meydan okumayla girmişti. Aslında, diye başlayarak, dünya sömürge coğrafyasına geç giren Bismark sonrası güçlü Almanya’nın pay isteme talebi burada asli rol oynadı desek, bu her şeyi açıklar mı, yoksa diğer nedenlerin yanına mı yerleştirilir? Sonuçta bir nedenler demeti söz konusudur, Alman halkına, onu seferber edecek dört başı mamur bir hikâye anlatılmıştır. Burada, ‘kanlarını emen Yahudilerle mücadele’ başlığı altında iç siyasette tam tersine bir dinamiği çalıştırmak da bunun bir parçasıdır.

Sadece Almanya değil; tek tek ülkelerin savaş nedenlerini tartışsak, bunun içinden çıkamayız. Ancak her halükarda şunu söyleyebiliriz ki, savaş öncesi ile sonrası tarafların haklılık ve meşruiyet algıları değişiyor, süreçten bambaşka neticeler çıkartıyorlarsa, ‘nedenler’ meselesi spekülatif bir alandan öteye geçmez. Olup biten yegâne gerçek ise, birileri hesap yaparken her iki taraftan insan canının, varlığının toprağın altına gömülmesi, hayatların, ocakların sönmesidir.

İnsan için en çok kullandığımız tanımlama, hayatını rasyonellik esasında kurmasıdır. Toplumsal hayat rasyonel kriterler üzerinde yükselir. Akıl temelinde bir illiyetler bağı davranışlarımıza yol verir. Elbette irrasyonel eğilimlerimiz de vardır, ancak bunları görünür kılarken üstlerine bir rasyonellik elbisesi geçirmeyi gerekli addederiz. Savaş gibi ülkeleri derinden etkileyen, milyonların hayatını sarsan, hanelere ateş düşüren, insanları bir daha asla varoluş dengelerini bulamayacakları bir trajediye sürükleyen durumun da sonuçları üzerinden bir rasyonelliğe sahip olmasını bekleriz. Gerçekten savaşların ‘insanlık durumuna tekabül eden’ böyle bir akılcı niteliği var mıdır? Gerçekten taraflar olağan yollarla sorunları çözmeye yönelik tüm çabaları, seçenekleri tüketerek mi savaşın kapısına varırlar? Gerçekten… Yoksa süreç içinde stratejik gibi görülen kimi hamleler, talepler, beklentiler üzerinden adeta bile isteye bir kader gibi savaşın kapısına mı gelirler? Özellikle kitlesel propaganda imkânlarının arttığı bir zamanda, haklılıktan bağımsız ‘sanki haklıymış gibi’ kimi talepleri dile getirmede ve toplumlarını buna ikna etmede taraflar ellerini daha rahat mı görüyorlar?

Elbette bir kez savaş başladığında dönüp kimse geçmişin hesabını yapmaz, savaş tam bir dayanışma hali içinde sadece ileriye bakılan bir kolektif iklim doğurur. Savaşın kendine has ‘çılgınlığı’ aklın fısıldamalarına izin vermez. Yine de her şey olup bittikten ve yaşanana eleştirel bir mesafe kazanıldıktan sonra kimileri aklın ışığını geçmişe, o güne ve geleceğe tutmaya çalışır. Bunlar, bir sonraki savaşlar için bir anlam taşır mı? Bundan emin olamayız. Çünkü adeta her bir savaş kendi tekilliği içinde yaşanır. En azından ortam ısındıkça algı böyle çalışmaya başlar.

Kabileler savaştı, devletler, imparatorluklar savaştı, bugün ulus devletler birbirleriyle çeşitli düzeylerde savaşmaya devam ediyor. Ulus devlet öncesi hanedanlar savaşırdı, ulus devletle birlikte topyekûn savaş ortaya çıktı. Yeni silah teknolojileri de bunu tahkim etti. Modernleşmenin temel dinamiği olan akılcılık açısından bakıldığında, tüm teknik yönelimin, icatların, her gelişmenin insanın daha rahat etmesini, daha özgürleşmesini hedef aldığını görürüz. Demiryolları, otoyollar, otomobiller, uçaklar, ev aletleri, TV, gazete, telefon vs… Bu kadar insan odaklı, onun daha iyi şartlarda ‘yaşamasını’ amaçlamış modernizmin tam tersi süreçlere de güç vermesi, yıkıcı silahlarla kitlesel kıyımlara zemin hazırlaması, bu açıdan hedefi sürekli daha yükseğe koyması bir çelişki değil mi? Savaş karşıtı fikirlerin, kitapların, filmlerin nihai noktada savaşı doğuran asıl dinamik yanında ne kadar zavallı kaldığını görmek, hatta kimi zaman bir arka plan anlatısı olarak tarafların savaşlarını haklılaştıran bir işlevle donandığına şahit olmak ne tuhaf.

Savaşların son bulacağı bir dünya gelecek mi, emin değilim. Savaşı öncelikli seçenek olarak görmeyen tarafa dozajı daha da artırılmış bir savaş tehdidiyle cevap verme, azgın bir cüretkârlıkla davranma nasıl engellenebilir, belli değil. İlerlemenin savaş konusu da dâhil, hep iki yüzü oldu, bundan sonra da değişmesi için en azından bugünde herhangi bir ipucu yok. Bana öyle geliyor ki, hadi geçmişi bir kenara bırakalım, şu son iki büyük dünya savaşında, 1918 ve 1945’te tarafların içinde bulunduğu şartları, tüm savaş boyunca yaşadıklarını önceden görme imkânı olsa yine de savaşırlar mıydı? Bu mühim bir sorudur. En azından 1914 ve 1939’da savaşı düşündükleri gibi meseleye bakmayacakları muhakkaktır. Sanırım savaş konularını ele alırken, temenni edilen sonuçlar dâhil mümkünü önceden hayal edebilme becerisi, insanoğlunu bu mevzuda bir değil iki kere düşünmeye ikna edebilir. Bugün dünya irili ufaklı nice savaşla çalkalanırken buna hepimizin, tüm tarafların ne çok ihtiyacı var…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün