Tatil düşünceleri

Naci BOSTANCI Perspektif
17 Ağustos 2022 Çarşamba

Tatil kelimesi herhalde kulağa hoş gelen kelimelerden birisi. Nedir diye sorulsa, karşılık ‘dilediğince yaşama’ olur. Bir zorunluluk olmadan, her ne isteniyorsa onun yapılabilmesi. İşin biraz derinine inersek ‘isteme’nin de insanın alışkanlıklarından, beklentilerinden, imkânlarından bağımsız olmadığını biliriz. Sonuçta her tatil kavramının ima ettiği belirsiz alan, sosyal hikâyenin uzantısı olarak teşekkül eder. Köylünün, işçinin, memurun, okuryazarın tatili farklı hayalleri çağrıştırır. Ancak yine de sınıfları, sosyokültürel bağlamları aşkın bir ‘boş zaman’ üzerinde mutabakat sağlamak mümkün.

Tatil, kavram olarak modern zamanların bir icadı. İki yüzyıl geriye gidersek tatil kavramına rastlayamayız. Atölye esaslı üretimin, usta-çırak ilişkisinin egemen olduğu ekonomik yapıda çalışma ve dinlenme zamanları kesin sınırlarla birbirinden ayrılmış değildir. İnsanlar üretim mekânlarına bitişik olarak hayatlarını sürdürür ve saat sınırı olmaksızın duruma ve şarta göre çalışırlardı. Esasen hafta sonu kavramı da mevcut değildi. Fabrika odaklı kitlesel üretim şartları, ‘kampana’yı zamanla ilişkide milat yaptı. İnsanın hayat düzeni yeni bir biçim alırken, gün, sabah, öğlen, akşam yerine saat, hatta dakika ile tasnif edildi, haftalar, aylar ayrıntılı bir düzenlemeye tabi kılındı. Ev ve işyeri birbirinden ayrılırken ona uygun kıyafetler, ilişki ağlarıyla birlikte yeni bir zaman anlayışı yerleşti. Artık işyerinde çalışılıyor, evde ise dinleniliyordu. Zamanın ayrıntılı hale getirilmiş akışından ‘çalışma dışı zaman’ da nasibini aldı. İşin olmadığı vakitlerde ‘boş zaman’ ne demekti ve nasıl değerlendirilmeliydi? Son yüz elli yıl içinde “boş zamanlar sosyoloji”sinin önem kazanması biraz da bu boş zaman pratiklerinin sınıfsal kültürel hallerini anlamak için gelişti. Elbette “tatil” bu boş zamanın içinde ayrı ve önemli bir başlık olarak kendine yer buldu.

Çalışmanın genel olarak övüldüğünü biliriz. Ne de olsa yaşamak için çalışmak ve üretmek gerekir. Ancak çalışmanın zorluğu bunu bir ‘keyif’ olmaktan çıkartır, mecburiyete dönüştürür. Hepimiz o meşhur Çin atasözünü biliriz: “İstediğin işi yapıyorsan, çalışmazsın.” Doğrudur, ancak çeşitli araştırmalar insanların istedikleri işi yapmadıklarını, yapamadıklarını ortaya koyuyor. Çalışmak, çoğu insan için zorunlu olarak katlanılan bir durum. Eski Yunan’da kol gücüne dayalı çalışmalar hakir görülür ve kölelere has bir iş olarak değerlendirilirdi. Marks’ın damadı Paul Lafargue, ki bir 19. yüzyıl düşünürüdür, ‘Tembellik Hakkı’ kitabını yazdığında herhalde kendisi de bunun çok büyük bir ilgi göreceğini tahmin etmemişti. Sendikal hareketler çalışma düzenine ilişkin mutlaka ‘daha gerçekçi’ talepler peşindeyken, Lafargue, kapitalizme karşı bir mücadele yöntemi olarak çalışmamayı öne çıkartmıştı. Bu ilgiyi, insanın çalışma karşısındaki mahrem senaryosu olan ‘tembellik etme arzusu’nun bir işareti olarak görmek mümkün. Malum, bir İngiliz Lordu, “Çalışmak insanın doğasına aykırıdır,” der. Niçin diye sorduklarında, cevabı açıktır: “Çünkü yorulur.” Çalışmak doğaya uygun bir durum olsaydı insanın yorulmayacağı akla uygun. 19. yüzyılda flaneur (aylak kent gezgini), bohem, dandy, hatta entelektüel kavramlarının mahiyetinde de çalışma dışı bir hayat tarzına gönderme vardır. Fakat yine de kapitalizmin egemen olduğu her yerde örgütlü mücadele yapılarının çalışma saatlerini azaltıp boş zamanları çoğaltma yönündeki mücadele ve gayretleri, insanın çalışmaya yönelik mesafeli yaklaşımının ve boş zamanı çoğaltma yönündeki talebinin bir karşılığı olsa gerektir.

Sonuçta modernleşme hayatımızı derinden dönüştürüyor, zamanla ilişkimizi tarımın uzun soluklu zaman anlayışından dakikalara saniyelere inen bir düzene taşıyor. Kollarımızdaki saatlere günde kaç defa baktığımızı düşünelim. J. Cortazar haklı olarak, doğum gününde hediye edilen saatle birlikte kişiye saatin esas alındığı ayrıntılı bir zamanın kaygıları üzerinden ilişkinin tersine çevrilip, doğum gününde aslında kişinin saate hediye edildiğini vurgular. Zamanla bu ‘daha derin’ ilişkimizin ardında zaman kaygısından kurtulduğumuz, ona hediye edilen bir ömürden, hayatımıza hediye edilen ve dilediğince yaşayacağımız bir zaman arayışının ümidi vardır. Memurların ‘emeklilik’ beklentisi, iş adamlarının “bütün işleri bir kenara bırakıp denizlere açılma” arzusu, ‘sürekli koşturanların’ bir gün serazat dolaşmalara, yolun akışına kendisini bırakacağı bir milada ulaşma hayali hep bu tuhaf ‘modern hayatımız’la ilgili.

Ben de şimdi bir deniz kıyısındayım. Selim İleri’nin ‘Her Gece Bodrum’unu okuduğumdan bu yana herhalde otuz küsur yıl geçmiş. Kitabın ilk basılma tarihi 1976. Tahmin edebileceğiniz gibi Bodrum’dayım. Deniz kıyısında insanlar… Yakıcı güneş, mavi deniz, yeşil bitki örtüsü. Bir haftalık tatil, zamanın kölesi değil efendisi olma arzusunu bastırmak için sunulmuş bir rüşvet gibi. Klişede olduğu gibi ‘yenilendik’ deyip, çarkları çevirmeye dönmek için tahammül tahkimi yapacağız. İşin tuhafı, “kafanı boşalt, işleri unut, her şeyi bir kenara bırak, sadece tatile odaklan” türünden sözlerin varlığı tam tersi bir ruh haline işaret ediyor. İnsan 360 günün alışkanlığını bir hafta için nasıl unutabilir. Bodrum, iklim özelliklerinin de desteğinde, kolektif ‘boş zaman’ın, “işleri yoluna koyduktan sonra asıl hayata başlanacak yer” olarak hayal beldesinin işlevini görüyor. Siz de etrafınızdaki kimi insanlardan, adeta kendi kimliği, hayatı, gerçek varoluşu için kök salacağı hakiki bir yer olarak Bodrum’a yerleşme anlatılarını dinlemişsinizdir. Sanki bu tür arzular, mevcut yaşanan hayatı meşrulaştırmanın aracı gibidir; zaman gelir, Bodrum’a gidilir mi? Hayır. Çünkü o hayal beldesi uzakta, zihinde en güzel halindedir. Hiçbir gerçeklik ona tekabül eden hayalle yarışamaz.

Yanlış anlaşılmasın. Çalışmayı hayatımızdan kovalım, herkes tatil yapsın iddiasında değilim. İnsan elbette üretimiyle var olur. Kimliğin temel yapı taşı bu. Derdim, insanların işiyle barışık olduğu bir dünya. Montaj hattına dönüşmüş bir hayatın yabancılaşmış bir aparatı olmamak.

Modernlik üzerine çok eleştiri yapıyoruz, ancak son iki yüz yıla damgasını vurmuş bu sürecin en önemli niteliği eleştirelliğe açıklığı ve kendini yeniden örgütleme becerisi. Konuşup tartışarak, alternatif hayat denemeleri yaparak, hayaller kurup kafamızı sert gerçekliğe vurarak ancak her halükarda ne yapıp ettiğimizi sürekli muhakeme ederek insanoğlu için daha barışık olduğu bir hayat biçimini kurabiliriz diye düşünüyorum. Bir anda değil belki ancak bir süreç içinde insan boş zaman, hayatının efendisi olmak, arzuladığı gibi yaşamak konularında adım adım ilerleme sağlar ümidindeyim. Belki böyle bir süreçte, temelindeki yabancılaşma dolayısıyla sürekli düne ya da yarına sıçrayan bir zihnin bir türlü bugünle barışmayan tuhaflığını da bir parça daha terbiye edebilir, meselenin biraz da çalışma ya da tatil değil yaşananda soluklanmayla ilgili olduğunu kavrarız.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün