Benliğin yarığı: Otoportre neden bir direniş alanıdır?

Selin Sebla OK Perspektif
10 Aralık 2025 Çarşamba

“Genel olarak konuşursak, insan yaklaşık dört yaşına kadar özgürdür.
Sonra okula başlarsın - sana yön vermeye, seni sınıflara ayırmaya, belirli çizgilere sokmaya başlarlar. Sahip olduğun bireyselliğin çoğunu bu süreçte kaybedersin. Eğer içinde yeteri kadar varsa, elinde birazı kalır… ama çoğu gider. Sonra sekiz saatlik işe girersin.
Sanki iyi bir şey yapıyormuşsun gibi bir hisle çalışırsın; çünkü sana hep bunun ‘doğru olan’ olduğu söylenmiştir. Sonra evlenirsin. Sanki evlilik bir zafermiş gibi. Sonra çocukların olur.
Sanki çocuk sahibi olmak da başka bir zafermiş gibi. Bunların hepsini insanlar yapmak zorundaymış gibi yapar. Çünkü başka ne yapacaklarını bilmezler. Bu şeylerde ne bir ihtişam vardır ne bir ateş ne de gerçek bir coşku. Her şey dümdüzdür, sönüktür. Sonunda senden bekleneni yapmaya öyle alışırsın ki kim olduğun, ne istediğin, hangi yolu seçebileceğin tamamen unutulur. Seni bir kalıba dökerler, bir şekle sokarlar… Ve başka bir seçeneğin olmadığına inanırsın. Ben bunu hiç sevmedim.”

 

Charles Bukowski

Bu düşündürücü cümleler sinemaya karşı tutkumun başladığı yıllarda ilk ‘Barfly’ adlı kült film dolayısıyla adını duyduğum ve hayranlıkta üst sıraya koyduğum Mickey Rourke’un hayatından esinlenerek canlandırdığını öğrendiğim, Amerikalı yazar ve şair Charles Bukowski’nin bir röportajından alındı. Bu sözleri onun ağzından dinlediğim kısa bir videoda, yeniden sorgulanmaya açık hale gelen bireysellik meselesi, bir ‘otoportre’ fotoğrafçısı olarak bende bir karşılığa büründü.

Roland Barthes’ın dediği gibi:

“Fotoğraf, beni bana geri verir, ama hep bir kayıpla.”

Bu kayıp, Bukowski’nin bahsettiği özgürlüğün toplumsal süreçte törpülenmesiyle paraleldir. Sanatçı ise hep o kaybın peşinde olan kişidir. Bunun belki de en açık tezahürü ‘otoportre’ geleneğindedir. ‘Otoportre’, bireyin kendini temsil etme gücünü toplumsal bakıştan geri alma çabasıdır. Çünkü başka biri tarafından fotoğraflanmakla kendini fotoğraflamak arasında büyük bir ontolojik fark vardır. Başkasının çektiği portre toplumsal bakışın senin üzerine yerleşmiş yorumudur, kendi çektiğin ‘otoportre’ ise bakışı geri çeviren ve kontrolü elinde tutan öznenin ifadesidir.

Bu açıdan otoportre özgürlüğün mikro-politik bir pratiğidir…

Bukowski’nin bireysellik vurgusu, toplumsal kalıpların dışında kendini kurma çabası, tam da ‘otoportre’de somutlaşır. Kişi kendini, toplumun görmek istediği biçimde değil, kendi seçtiği ışık, kadraj, mesafe ve temsille yeniden yaratır. Toplumsal roller tarafından biçimlenen özneye karşı, kendini yeniden kuran birey zamanın kontrolünü alır, bakışını tersine döndürür ve kimliğini yeniden sahneler. Toplumsal bakışa rağmen kendini oluştururken özne hem oyuncu hem sahne tasarımcısı hem yönetmen hem de izleyicidir. Bu, bireyselliğin tıpkı Bukowski’nin tanımladığı gibi “başkasının düzenine karşı kendi düzenini kurması”dır. Bu nedenle otoportre yalnızca bir fotoğraf türü değil; bireyselliğin geri kazanıldığı bir direniş alanı olarak tanımlanmalıdır.

Ancak bir konuya henüz baştan çok dikkat edilmelidir çünkü fotoğraf tarihinin en eski türlerinden biri olan otoportre, bugün hiç olmadığı kadar tartışmalıdır. Bugün cep telefonlarıyla saniyeler içinde yüzlerce ‘selfie’ çekilmektedir; kimlik, performans, görünürlük artık parmaklarımızın ucundadır. Ancak tam da bu aşırı görünürlük içinde, paradoksal biçimde, insanın kendi yüzü giderek daha az kendisine aittir. Dijital çağın sürekli poz verme baskısı, kimliği sabitleyen kalıplar ve sosyal medyanın onay mekanizmaları, görüntünün özgürleştirici gücünü açıkça sınırlamaktadır.

Cindy Sherman

‘Otoportre’ bundan çok farklı bir alandır. Öncelikle aynı kelime, iki ayrı pratiği karşılamaktadır. Bunlar temsili otoportre ve varoluşsal otoportredir. İlki kimliği sahneleyen bir oyun, ikincisi ise içsel bir yolculuktur. Temsili otoportreyi en açık Cindy Sherman’ın işlerinde görürüz. Sherman, bedenini bir oyuncu gibi kullanarak sinema klişelerini ve kadınlık rollerini yeniden canlandırır; bunu kendini göstermek için değil, imgelerin yapaylığını açığa çıkarmak için yapar. Fotoğraftaki figür Sherman’dır ama ‘kendisi’ değildir; her kare bir persona üretir. Sherman’ın yüzü bir sahneye dönüşür. Varoluşsal otoportre ise öznenin kendisini konu alır. Claude Cahun bunun en güçlü örneklerindendir. Kimliği bir performans değil, bir soru olarak ele alır; cinsiyetin ve benliğin sınırlarını yoklar. Kendini çoğaltır, siler, maskelerle çoğullaştırır. Burada ‘otoportre’ bir içsel kazı hâline gelir; kimliğin sabit değil akışkan olduğunu gösterir. Bu iki rejim arasındaki ayrım çağdaş kuramda önemlidir. Temsili otoportre Judith Butler’ın toplumsal cinsiyetin performatifliği fikriyle, varoluşsal otoportre ise Barthes’ın ‘benliğin yarılması’ ve Deleuze’ün çokluk kavrayışıyla ilişkilidir. Biri toplumsal maskeyi, diğeri içsel çatlakları görünür kılar. ‘Otoportre’yi Bukowski’nin bireysellik düşüncesiyle buluşturan şey, tam da bu kırılma noktasıdır. Bukowski, toplumun bireyi kalıplara sokan mekanizmalarından söz ederken, aslında kimliğin nasıl şekillendirildiğini değil, nasıl şekillendirildiğimiz için özgürlüğümüzü kaybettiğimizi ima eder. Otoportre, hem temsili hem de varoluşsal biçimiyle, bu kaybın geri kazanılabileceği bir alan yaratır.

Temsili otoportre, toplumun bize dayattığı yüzlere karşı ironik bir savunmadır.

Rolü kabul eder, fakat rolü bozarak, onun yapaylığını açığa çıkararak yapar bunu. Varoluşsal otoportreyse kimliği tüm o maskelerden arındırıp yeniden kurmaya girişen radikal bir eylemdir. Kısaca otoportre geleneği benliğin derinliklerine dönmek, çocukluğun o özgür alanını yeniden açmak için bir oyundur. Bukowski’nin özlediği bireysellik tam burada yatar. Kendi ritmini bulmak, kendi iç sesini duyabilmektir bu.

Bugün ‘selfie’ kültürü içinde bu yaklaşım daha da kıymetli hâle geldi. Filtreler, güzellik standartları ve sosyal medyanın beğeni ekonomisi, yüzü tekrar tekrar aynı kalıba sokuyor. İnsan kendi fotoğrafının öznesi olmaktan çok, seyircisinin onayına göre davranan bir imge üreticisine dönüşüyor. Bu nedenle gerçek otoportre, sadece bir ‘kendi fotoğrafını çekme’ pratiği değil; kişinin kendi görüntüsü üzerindeki tahakkümü geri aldığı bir eylem olarak daha da büyük bir anlam kazanıyor. Bireysellik bir sonuç değil, bir süreç. Ve fotoğraf bu sürecin hem tanığı hem de aracı. Belki de bu nedenle fotoğraf makinesinin karşısına geçip kendimize baktığımız anda, o dört yaşındaki çocukluğun özgürlüğüne doğru küçük bir kapı açılabilir. O kapıdan kim geçmek isterse -ister oyunla ister sorguyla- bireyselliğini yeniden kurmaya başlar. Bireysellik temsile değil, dönüşüme kredi vermektir. Bireysellik, toplumun çizdiği yüzü yırtma cesaretidir.

Ben, ben olma ihtimallerimin toplamıyım diyebilmektir. Kendini başkalarının bakışından kurtarma cesaretidir ve otoportre bu cesaretin fotoğrafik formudur. Benim otoportrem,
dünyanın beni kim yapmak istediğine verilmiş sabırlı bir reddiyedir. Ve bu nedenle benim en özgür biçimimdir.

Bukowski’ye derin saygıyla…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün