Romantik dönemin kalbinde bilimin sesiyle Tanrı’nın sessizliği birbirine karışır.
Mary Shelley’nin Frankenstein’ı, aklın ışığıyla körleşen insanlığın hikâyesidir. İnsan, Tanrı olmaya çalışırken insan olmayı unutur. Victor Frankenstein’ın tutkusu, Bacon’un “doğayı ele geçirmek” idealinin karanlık yankısıdır; bilim artık keşif değil, fetih arzusudur. Doğayı anlamak yerine onu parçalayıp yeniden kurmak isteyen akıl, kendi yansımasını yaratır. Shelley’nin uyarısı nettir: Akıl, sevgiyle birleşmezse yıkım üretir. Victor’un trajedisi Tanrı’yı oynamasında değil, Tanrı’nın merhametini taklit edememesindedir. Bilim ona güç verir ama vicdan vermez. Frankenstein, insanın Tanrı’ya değil, kendi vicdanına karşı sorumlu olduğunu hatırlatan modern bir masaldır. İki yüzyıl sonra Guillermo del Toro, Shelley’nin bu varoluşsal hikâyesini sinemanın gölgelerinde yeniden yankıladı; bilimle Tanrı’nın sesinin karıştığı çağın sorularını bugünün dijital dünyasında yeniden canlandırdı.
“Yaratmak Tanrı’ya mı, yoksa insana mı aittir?”
Yazarın kuzey kutbunda donan imgeleri, Del Toro’nun buğulu merceğinde sıcak ve canlı bir atmosfere dönüşür. Shelley’nin korkuyla yoğrulmuş yaratığı, Del Toro’da merhametin heykeline dönüşür. Romanın yayımlanmasından iki yüzyıl sonra bile sanatçılar, terk edilmenin ve kendi emeğine yabancılaşmanın acısını anlatmak için hâlâ bu hikâyeye sığınır. Victor Frankenstein, doğanın gizemini çözmeye çalışırken yaşamın sırrına el uzatır. Shelley’nin dünyasında bilgi artık aydınlanmanın meşalesi değil, yakıcı bir alevdir. İnsan anlamak yerine hükmetmek ister; doğayı dinlemez, ona emir verir. Böylece bilgi bir tür günaha dönüşür. Shelley’nin “yaratığı” aslında insan aklının içindedir: bilgi! Modern insan, bilgisinin yansımasına narsistik bir tutkuyla bakar. Victor’un yarattığı canavar, onun aynadaki suretidir. Shelley bu aynayı öyle yerleştirir ki nerede yaratıcı biter, yaratık nerede başlar bilemeyiz. Canavarın yüzü korku değil, vicdandır; insan o yüze bakamaz, çünkü orada kendi kusurunu görür. Tiksindiği şey biçim değil, kendi vicdanıdır. Frankenstein, bu yüzden yalnızca bir bilim-kurgu değil, bir ahlak ontolojisidir: insanın içinden çıkan boşluğun ete bürünmesi. Bugün Shelley’nin laboratuvarı silikon vadilerinde yankılanır. “Frankenstein kompleksi” artık mikroskoplarda değil, algoritmalarda yaşar. Her yeni yapay zekâ ve genetik müdahale, o buzullara bir adım daha yaklaştırır bizi. Çünkü yaratımın sınırları teknik değil, etik bir sorudur. Shelley’nin Frankenstein’ı ile Del Toro’nun evreni arasındaki köprü şu soruda birleşir: “Yaratık kimdir — yaratılan mı, yaratan mı, yoksa seyirci mi?” Del Toro, Shelley’nin canavarını yeniden yazar ama dehşeti değil, duygunun derinliğini öne çıkarır. Onun gotiği bir korku değil, duygusal bir arkeolojidir. Pas, kan ve altın tonları içinde bedenin çürümesinden ruhun ışığı doğar. Mekânlar — harabeler, laboratuvarlar — teknolojiyi değil, duygusal çürümeyi besler; bu çürümeden bir güzellik yükselir. Del Toro’nun yaratıkları Hollywood klişesinin tersidir: bedenin yara izi ruhun haritasına dönüşür. Burada da dikişin estetiği dünyanın sınırıdır; yaratık, dikişli bir kafa değil, mermerimsi bir yontudur adeta. Yönetmen, çirkin olanı estetize ederek seyirciyi etik bir rahatsızlığa davet eder. Jacob Elordi, bu hantal bedeni zarif biçimde canlandırır. Böylece Del Toro, Frankenstein’ın parçalı bedenini “duygusal beden”e dönüştürür; tiksinti yerini tanınma arzusuna bırakır.
Tüm film boyunca çarpıcı görseller vardır; en dikkat çekicilerinden biri, İskoçya kıyılarında inşa edilen dev laboratuvardır. Bu setlerin neredeyse tamamı — Danimarka gemisi de dâhil — fiziksel olarak sıfırdan inşa edilmiş. Yüceltilen bu mekânlar, gümüş yıldırım iletkenleri, buhar makineleri ve dikey dev konvektör silindirleriyle donatılmıştır. Gotik mimari ile organik doku birleşir; bilim mekânı bir kutsal alana dönüşür. “Mekân, karakterin bilinçaltıdır.” Del Toro’nun sıkça vurguladığı bir ilkedir bu.
Ayrıntılar Nefes Kesicidir
Fildişinden, ölülerin birebir kopyası olarak oyulmuş tabutlar ve bazen de tüyler ürpertici laboratuvar zemininde insan etiyle karışık kırmızı sıvılar, görüntü yönetmeni ve kostüm tasarımcısının iş birlikleriyle kusursuzlaşır. Mia Goth’un sahneye tavus kuşu mavisi bir elbise ve tüy başlıkla çıkışı, onu neredeyse başka bir dünyanın yaratığı gibi gösterir. Ve güçlü bir orkestra müziğiyle tüm bu teatrallik taçlandırılır. Viktorya İngilizcesinin süslü ve detaylı yapısı, Del Toro’nun görsel diline kusursuz bir karşılık oluşturur. Her şey Victorian ansiklopedilerdeki renkli gravürleri andırır. İşte bu yalnızlığın mimarisinin her sahnesinde yetim bir ruh dolaşır. Frankenstein’ın yaratığı ne Tanrı’nın oğlu ne insanın kardeşidir. Kadının müdahalesi olmadan hem cansız hem de canlı bir şeyi dünyaya getirmek… Bu açıdan Elizabeth hem toplumda hem de Victor’un çabalarında doğaya aykırı olanı temsil eder. Shelley’nin kadın sesi burada yankılanır: erkek bilim doğumu doğadan çalar ama şefkati getiremez. Kadın yokluğunda yapılan yaratım sevgi eksikliğinden çürür; Frankenstein’ın yaratığı bu yüzden yalnızdır, çünkü “doğduğu anda terk edilmiştir.” Bu, doğumun yalnızca biyolojik değil, etik bir eylem olduğu hatırlatılır — yaratmak, sahiplenmektir. Bugün Donna Haraway’in Cyborg Manifestosu’nda bile bu yankı sürer: “İnsan olmanın” sınırları çözülürken Frankenstein’ın gölgesi devleşir. Belki de yaratık artık biziz — ekranların ardında, kendi üretiminde kaybolan yeni türler. Her yeni algoritmada o eski soru yankılanır: “Yaratabilir misin, yoksa yarattığınla yaşayabilir misin?”
“Yaratabilir misin?” değil,
“Yarattığınla yaşayabilir misin?”
Romanın ve filmin sonunda Victor ölür, yaratık ise karların içinde kaybolur. Buzlar erir, bilgi kalır; ama bilgiyle birlikte suç da kalır. Shelley’nin metninde bilgi trajediyi doğurur; ancak Del Toro’da trajedi bilgiyi. Shelley’nin Victor’u, Tanrı’nın yerine geçerken insan olmayı unutur; Del Toro’nun yaratığı ise insan olamadığı için Tanrı’ya yaklaşır ve Del Toro’nın bitirişinde yaratığın isimsizliği, varoluşun boşluğu olarak yeniden hatırlatılır. Dehşeti empatiye dönüştüren Del Toro bunun için affetmenin iradesini kullanır. Bu açıdan yeni Frankenstein iktidarın değil, ötekinin hikâyesi olur. Del Toro sineması, aslında bir inanç sinemasıdır ama dinsel değil, duygusal bir inanç. İnsanı insan yapanın kusur, kırılganlık ve şefkat olduğuna inanır ve bunu sevilmeden var olmanın trajedisi ile sınar. Del Toro’nun sinemasında yaratık, insanın günahı değil, onun hâlâ sevebilme ihtimalidir. Del Toro’nun yaratığı post-insan öznelikler taşır: O, insan sonrası dünyada etik öznenin yeniden inşasına aracılık eder. Klasik yaratık figürünün tersine, tehdit etmez; “insanlığın bastırdığı şefkati” geri çağırır. Bu nedenle Del Toro’nun yaratısı, Shelley’nin Frankenstein’ına doğrudan bir çağdaş cevap olarak okunabilir:
“Yaratık, insanın kendini affedebilme ihtimalidir.”
Del Toro, filmi Lord Byron’un şu dizesiyle kapatır:
“Ve böylece kalp kırılacak, ama kırık hâliyle yaşamayı sürdürecek.”
Bunu üzerine düşünürken iyi seyirler olsun…