Müziğin büyüsüyle gençleşen bir usta Pinchas Zukerman

Bazı insanlar müziği sever, bazılarıysa müzikle yaşar. Dünyaca ünlü keman virtüözü, viyola sanatçısı ve orkestra şefi Pinchas Zukerman, ikinci gruptan. Uzun bir aradan sonra İstanbullu dinleyicilerle buluşmak üzere geçtiğimiz günlerde Sinfonia Varsovia Orkestrası ile birlikte şef ve solist olarak Cemal Reşit Rey Konser Salonu´na konuk olan sanatçı, dinleti öncesinde sorularımızı yanıtladı.

Sanat
7 Mayıs 2025 Çarşamba

Sümeyra Gümrah Teltik

Pinchas Zukerman, müzikle örülmüş yaşam öyküsüyle klasik müzik tarihinin efsanelerinden biri. Yarım asrı aşkın kariyeri boyunca, hem keman hem viyoladaki ustalığı ve orkestra yönetimindeki yetkinliğiyle adından söz ettirdi. Sahnedeki duruşu ve müziğe adanmışlığı, yaşını adeta unutturuyor. Nitekim klasik müzik dünyasının zirvesine çoktan yerleşmiş bu sanatçı, yılların birikimini her performansında genç bir coşkuyla harmanlıyor.

1948 yılında Tel Aviv’de doğan sanatçı, II. Dünya Savaşı’nın ardından Polonya’yı terk edip İsrail’e yerleşen bir ailenin çocuğu. Henüz dört yaşındayken babasının verdiği derslerle müziğe adım atan Zukerman, sekiz yaşında Tel Aviv Konservatuarı’na kabul edildi. Yeteneği kısa sürede efsanevi ustaların dikkatini çekti; Pablo Casals ve Isaac Stern yeteneğine sahip çıkarak 13 yaşına geldiğinde Juilliard Müzik Okulu’nda burslu eğitim almasını sağladı. Böyle bir başlangıç, Zukerman’ın müzikle yaşam boyu kurduğu bağın ilk düğümleri oldu.

Müziğe erken yaşta başladınız. Babanızın müzisyen olması ve savaş sonrası zorluklarla yoğrulmuş bir aileden gelmeniz müziğe bakışınızı nasıl etkiledi?

Ailemin hikâyesi kolay değildi; savaştan kurtulup yeni bir hayata başlamak için İsrail’e gelmişler. Babam müzikle iç içe bir insandı. Evimizde notalar eksik olmazdı. İlk enstrümanım blok flüt oldu, ardından babam klarnet çalmayı öğretti, nihayetinde sekiz yaşımda kemana başladım. Müzik benim için bir tutkuya dönüştü, yaşam çizgim oldu. Annem ve babam, müziğin o zorlu geçmişimizin yaralarını sarmada bir ilaç olduğunu hissediyorlardı. 8 yaşında konservatuvara girdiğimde hayatımın yönü belli olmuştu. Ardından Isaac Stern ve Pablo Casals gibi büyük ustalarla karşılaştım; onların beni dinleyip cesaret vermesi olmasa belki de bugün burada olamazdım. Çok şanslıydım, gerçekten. Onlar bana inanmasaydı 13 yaşımda New York’a, Juilliard’a gidip kendimi geliştirme fırsatı bulamazdım. Bu büyük şansı asla unutamıyorum.

Hem keman virtüözü hem viyola sanatçısı hem de orkestra şefisiniz. Bu kadar farklı rolleri üstlenmek müzikal bakış açınızı nasıl şekillendirdi?

Hepsi aynı ağacın dalları gibi. Gençliğimde yalnızca kemana odaklanmam beklenebilirdi ama müziğin sınırlarını zorlamayı sevdim. Sevgili dostum Isaac Stern hep “Sünger gibi olmalısın, her şeyi öğrenip içine çekmelisin” derdi. Ben de öğüdünü tuttum; kemanı ne kadar sevdiysem viyolayı da o kadar sevdim, ikisini de içime çektim diyebilirim. Genç yaşta viyola çalmaya başladım, sonra bir de baktım ki, orkestrayı yönetme fikri beni cezbediyor. 20’li yaşlarımda şefliğe adım attım. Farklı enstrüman ve orkestralarla haşır neşir olmak, müziğe bakışımı inanılmaz zenginleştirdi. Keman çalarken viyoladaki derinlik aklıma geliyor, şeflik yaparken bir kemancının bakış açısını anlıyorum. Hepsi birbirini besliyor. Böylece müziğin resmini daha geniş bir tuvalde görebiliyorsunuz. Bir orkestrayı yönetirken her sesi ayrı ayrı duyup büyük resmi oluşturmaya çalışıyorum; bu da benim için muazzam bir tatmin. Müzik benim dilim ve tek bir enstrümana ya da role sığmayacak kadar engin bir dünya.

Uzun yıllardır eğitimcilik de yapıyorsunuz, genç yetenekler yetiştiriyorsunuz. Kendi hocalarınızdan da yola çıkarak, genç müzisyenlere en önemli tavsiyeleriniz nelerdir?

Gençlerle çalışmak benim için bir görev. Bana vaktiyle büyüklerim yol gösterdi, şimdi ben de bildiklerimi aktarmak istiyorum. Her şeyden önce sabır ve temel eğitim diyorum. Günümüzde herkes hemen virtüöz olmak istiyor ama önce temel teknikleri sindirmek şart. Mesela öğrencilerime ölçek (gama) çalışmalarını asla ihmal etmemelerini söylerim. Efsanevi çellist Pablo Casals’ın bir anısı vardır: Sadece yedi notalık bir gam üzerinde iki saat çalıştığını anlatmıştı bana. Düşünün, iki saat boyunca bir gama! Bu, bana bambaşka bir ufuk açmıştı. Gençlere de bunu öğütlüyorum: Müzikte sihir bazen en basit notaların içinde gizlidir.

Bir de elbette disiplin ve tutku dengesini vurguluyorum. Günde sekiz saat sıkılıp öfkeyle çalışmaktansa, odaklı ve verimli çalışmak çok daha değerli. Çalışma süresi değil, nasıl çalıştığınız önemli. Bunu genç yaşta öğrendim. Kendime koyduğum bir kural vardı: Müzik, benim için su içer gibi, ekmek yer gibi doğal bir şey oluncaya dek çalışmalıydım. Öyle olana dek de pratik yapmaya devam ettim. Genç müzisyenlere de derim ki: “Enstrümanınızı her gün elinize alın, o sizin bir parçanız olsun. Bir gün çalışmazsanız ertesi gün hissedersiniz, iki gün çalışmazsanız eleştirmen fark eder, üç gün çalışmazsanız dinleyici bile anlar, derler”. Bu çok doğru.

76 yaşındasınız; altmış yıla yaklaşan bir kariyeri geride bırakmanıza rağmen halen sahnede dinamik ve genç bir enerjiyle performans sergiliyorsunuz. Bu motivasyonu nasıl koruyorsunuz?

(Gülümseyerek) Kendimi yaşlı hissetmiyorum ki! Sahnede kaç yaşında olduğumu unutuyorum. Müzik çalarken sanki zamanın ötesinde bir yerdeyim. 70’ime bastığımda biri “Artık yavaşlar mısın?” diye takılmıştı, ben de “Hâlâ 30 yaşında çalıyorum” diye şaka yapmıştım. İçimdeki heyecan hiç eksilmedi. Müzik benim için bir iş değil, hayatımın özü. Her sabah kalktığımda çalışacak bir eserim varsa, öğrenecek yeni bir nota varsa, kendimi genç hissediyorum. Keşfedecek onca besteci, onca eser var; bu bitmeyen bir hazine. Bir de tabii her konser, her yeni dinleyici bana enerji veriyor. Dünyanın farklı köşelerinde farklı insanlarla müzik sayesinde bağ kuruyorum. Bu muazzam bir ayrıcalık. Sanırım beni genç tutan, her gün öğrendiğim yeni bir şeyler olması ve müziğin o bitmez tükenmez yenilenme gücü.

Konsere Dair

Etkinlik akşamı CRR Konser Salonu’nu tıklım tıklım dolduran izleyiciler arasında yerimizi aldık. Pinchas Zukerman, sahneye ağır adımlarla, mütevazı bir şekilde çıktı. Bembeyaz saçları ve olgun duruşuyla ilk bakışta 76 yaşının hakkını veren bir duayen duruyordu sahnede. Ancak orkestranın başına geçip Elgar’ın ‘Yaylı Çalgılar için Serenadı’nı yönetmeye başladığında, gözlerimizin önünde gençleşmeye başladı. Ardından kemanını eline alıp Mozart’ın ‘5. Keman Konçertosu’nun (nam-ı diğer ‘Türk Konçertosu’) solo partisini çalmaya koyuldu. Mozart’ın o neşeli ve zarif ezgileriyle birlikte daha da gençleşti. Dediği gibi en fazla 30 yaşında olmalıydı! Salonda büyülenmiş bir sessizlik ve hayranlık hâkimdi.

Konser programının finalinde Mendelssohn’un coşkulu İtalyan Senfonisi ‘ile salonu adeta bir İtalya seyahatine çıkaran sanatçı ve orkestrası, dinleyicilerden muazzam bir alkış aldı. Alkışlar öyle uzun sürdü ki, Zukerman defalarca sahneye geri döndü. En sonunda mikrofonu eline alıp mahcup bir ifadeyle, İngilizce konuşacağı için özür dileyerek seslendi. Normalde bis yapmadığını ama bu kez bir istisna yapacağını söyledi. Ardından tüm salonu duygulandıran o dileğini paylaştı: “Dünyadaki bu korkunç savaşlar dursun. Tek isteğim bu. Umarım Ukrayna’dakiler de KGB’dekiler de beni duyar.”  Sözlerinin hemen ardından kemanına tekrar uzandı ve bu kez dileğini ‘Brahms ninnisi’ ile devam ettirdi.

Yehudi Menuhin’in dediği gibi, “Müzik barışın dilidir; anlayışın sesi ve kültürler arasında bir köprüdür.”  Zukerman, bizlere hem ilham verici sözleri hem icrasıyla unutulmaz bir gece yaşattı. Artık biliyoruz ki, notaların arasına gizlenen o barış mesajı, yeter ki yüreklere ulaşsın, dünya değişebilir!

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün