‘Ortadoğu çöküş sürecinde yönümüz batı olmalı’

Bu hafta, uzun yıllar dışişlerine hizmet vermiş, bilgisi, deneyimi ve görgüsüyle genç nesillerin örnek aldığı, emekli büyükelçimiz ve Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Başkanı Özdem Sanberk´i konuk ediyoruz. Kendisi, 2016´ya gündem itibariyle hızlı bir giriş yaptığımız şu günlerde, diplomasi alanındaki deneyimleri ışığında Türk dış politikasının dün, bugünü ve geleceğine dair tespitlerini Şalom okurlarıyla paylaştı.

Selin NASİ Söyleşi
13 Ocak 2016 Çarşamba

Türkiye’nin jeopolitik konumu öteden beri dış politikada hassas dengeler gözetmesini gerektirmiştir. Deneyimli bir diplomat olarak son dönem Türk dış politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin bulunduğu arsa değerli bir arsa. Bunun değerini verdiğiniz takdirde kazanca, veremediğiniz takdirde ciddi bir yükümlülüğe dönüşür. Biz bunun değerini veremediğimiz bir dönemden geçiyoruz.

Size göre iyi bir dış politika tanımı nedir?

Dış politika genel itibariyle bir ülkenin stratejik, ekonomik ve güvenlik çıkarlarına hizmet etmelidir. Bunun dışında ideoloji, din ve popülizm gibi unsurlar izlediğiniz dış politikayı saptırma riski taşır.

Her hükümet farklı tanımlayabilir bu çıkarları…

Elbette… Yaptığım bu tanım ideal bir modeli yansıtıyor. Hiçbir zaman dış politika saf olmadığı gibi işin içine daima ideoloji, mezhep, din ve hamaset karışmıştır. Fakat bunun her zaman bir derecesi olmuştur.

AB SÜRECİ

AK Parti döneminin dış politika çizgisini değerlendirirken kırılma noktası olarak gördüğünüz olaylardan söz edebilir miyiz?

2004 Aralık ayında Avrupa Birliği (AB) tam üyelik müzakerelerine başlatma kararı alındı. Bu çok önemli, belki bin yıllık bir önyargıyı yıkan bir karardı. İlk kez Hristiyan bir topluluk, Müslüman çoğunluklu bir ülkeyi kendi içine almayı kabul ediyordu. Fakat bu kararın tarihi önemi anlaşılamadı. 

2005 yılını Türkiye, Afrika yılı ilan etti. Kendi içinde bir hayli ironik olan bu karar, Türkiye’nin geleceği üzerinde önemli ipuçları taşıyordu.

Bir dönem Türk dış politikası bir hayli övülüyor; Türkiye’nin herkesle konuşabilen bir ülke olması takdir görüyordu. Sonra ne oldu?

Türkiye’nin AB ile tam üyelik yetkisini almışken bunun yerine birdenbire bambaşka bir konuyu ön plana koyması Türkiye’nin daimi dış politikada hedeflerinin belirsizliğinden kaynaklanıyordu. Eğer sizin uzun vadeli sabit stratejik hedefleriniz belli değilse, yönünüz de belli olmuyor. Hükümet programlarına baktığınızda öncelikler açıkça belli olmalı. Bu öncelikler halkla paylaşılmalı ve halkın desteği alınmalıdır.

Peki ama AB’nin bu sürecin tıkanmasında payı yok muydu?

Vardı pek tabi. Ama AB birliğe katılmak isteyen tüm ülkelere çetin şartlar dayatmıştır. Genişleme süreci pastanın bölünmesi anlamına geldiğinden daima dirençle karşılanmıştır. Örneğin, İspanya’yı da canından bezdirmişlerdi.

AB kurallarını kabul edip etmeme bir müzakere sürecinin parçasıdır. Burada asıl sorun müzakere iradesini kaybetmeyerek görüşmelerin sürdürülmesiydi. Elbette sadece hükümet suçlanamaz. O dönem muhalefet de iktidarı açık uçlu bir müzakere sürecine evet demiş olmakla eleştirmiş, kıyameti kopartmış, hatta ihanetle itham etmişti. Avrupa Birliğindeki Türkiye karşıtlarının eline büyük bir koz verilmiş oldu böylece.

Uzun zamandır dış politikada bir revizyon beklentisi vardı. Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyona aktif katılım kararı, AB ile ilişkilerin yeniden canlanmaya başlaması, İsrail ile ilişkilerin rayına oturması için kurulan temasları nasıl yorumluyorsunuz?

O büyük nehir şimdi tekrar yatağına oturuyor.

Ama bir tarafta da Katar’da askeri üs kurma ve İslam İttifakı gibi Sünni askeri oluşuma katılım kararı var. Tüm bunları tek potada eritmek mümkün mü?

Eritemeyiz. Benim gözlemim, nehir kendi yatağına dönmeye çalışıyor. Maalesef daha önce de söylediğim gibi Türkiye’nin dış politika hedefleri belli olmadığından ve karar alma süreçleri şeffaf şekilde işlemediğinden sorunlarla karşılaşıyoruz.

Yapısal bir sorundan söz etmek mümkün mü?

Diplomatların dış politikanın oluşturulma ve uygulanması aşamasının doğal aktörleri olmaları esastır. Karar alım sürecinin normal olarak aşağıdan yukarıya doğru bir yol izlemesi gerekir. Türkiye’de ise Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, nasıl reformlar yukarıdan aşağı gerçekleşmişse, dış politika kararları da çoğunlukla yukarıdan aşağıya doğru bir seyir izler. İşte yapısal sorun dediğimiz şey, siyasi karar alıcılarla, siyasi karar seçeneklerini hazırlayan diplomatlar arasında yaşanan uyumsuzluktur. Kurumsallaşma eksikliğinden kaynaklanır ve aslında kronik bir sorundur. Kurumsallaşmasını tamamlayan ülkelerde yönetim, seçilmişlerle atanmışlar tarafından birlikte gerçekleştirilir.

Sıkça fabrika ayarlarına geri dönüşten bahsediliyor? Fabrika ayarları nedir?

Fabrika ayarları AB çerçeve belgesinde yatıyor.

ORTADOĞU’NUN ÇÖKÜŞÜ

Nasıl bir Türkiye vaat ediyordu AB?

AB bir şey vaat etmiyordu. Türkiye eğer AB’de bir ışık görüyor idiyse, ibresini AB’ye çevirmesi gerekirdi. Nitekim şu anda yaptığı da o.

Bugün Ortadoğu büyük bir çöküş halinde. Türkiye’nin aşağıya doğru inmekte olan bu dinamiğe kendini kaptırmaması için uçurumun kenarında tutunacağı dallar bulması gerekiyor.

Türkiye coğrafi konumunun da getirdiği şartlar sebebiyle cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çok taraflı bir sisteme bağlı kalmış. Bu sistemin de kurucu unsurları hala ayakta. NATO üyeliği, ABD ve Batı dünyasıyla ilişkiler... Dünya yalnız Ortadoğu’dan ibaret değil. Zaten bugün siyasi bakımdan da, ekonomik ve moral bakımdan da çöküşte olan tek bölge Ortadoğu’dur. Türkiye’nin bu çöküş sisteminin dışında kalan bölgelerle ilişkilerini güçlendirmesi, tekrar canlandırması lazım. Ve bu yönde adımlar atılmaya başlandı. Örneğin 29 Kasım’da AB ile varılan mutabakat.

Kötümser senaryolar da var. Katar’da askeri üs, İslam İttifakı’na tam destek verilmesi ve Suudi Arabistan’la Yüksek İstişare konseyinin oluşturulması gibi girişimlerin Suriye’de olası bir kara harekâtının yapı taşları olduğu yönünde iddialar gibi... Böyle bir hamle askeri ve stratejik açıdan mümkün mü? Sonuçları ne olur?

Türkiye topraklarına doğrudan tecavüz olmazsa tek başına askeri bir harekâta girişmez. 20. yüzyılı oluşturan jeopolitik sistem 1950’lerde kurumsal yapılanmalar ile kuruldu. Şimdi bizim bugün yaşadığımız karmaşa, kurulmakta olan 21. yüzyılın yeni dünya düzeninin doğum sancıları...

Ortadoğu’nun çöküşü, ABD’nin yalpalaması, AB’nin kendi içindeki krizler, büyük bir kavimler göçünün başlaması, Rusya’nın genişlemeci bir politika izlemesi… Belirsizlikler adeta bir tsunami, büyük bir dalga gibi yükseliyor. Biz bu büyük dalgayı yönetmek yerine küçük askeri hedeflerin peşinden gidersek bu jeopolitik dağınıklık savurulmalardan kurtulamayız.

Büyük bir maliyet öderiz diyorsunuz.

Ödüyoruz zaten. Tüm bunları yorumlarken, Ortadoğu’nun çöküşünü iyi anlamlandırmak lazım. Ortadoğu dünyada küreselleşmenin dışında kalan yegâne bölge.

Bugün Türk Dış Politikasının önündeki en büyük sorun bizim adeta kendi irademizle bu coğrafyanın çöküşünün bir parçası olma gayreti içinde olmamızdan kaynaklanıyor. Bu yangın çıkmadan önce dahi AB ve ABD kutuplarını kendi elimizle ikinci plana iterek, Ortadoğu’nun lideri olma hedefiyle Ortadoğu’ya yöneldik. Oysa Ortadoğu bizim dışımızda gelişen sebeplerden ötürü çöküş sürecine giriyordu... Ve vardığımız noktada Ortadoğu’nun dinamiklerini anlamadığımız ortaya çıktı. Türkiye zaten 2000’li yıllara kadar Ortadoğu’ya hiç bir zaman sırtını dönmüş bir ülke değildi.

Bölgedeki herbir ülkenin kendine has koşulları ölçüsünde her bir ile ikili düzeyde pragmatik ilişkileri geliştirdi. Bunu yaparken Ortadoğu’da ülkelerinin kendi içişlerine ve kendi aralarında ihtilaflara karışmamaya da özen gösterdi. Çünkü Arap ülkelerinin kendi aralarındaki ihtilaflar Türkiye’nin bölgedeki tüm ülkeleri içine alacak şekilde mütecanis (homojen/bütüncül) bir politika izlemesini mümkün kılmıyordu. Bu nedenle 1950’lerden bu yana Ortadoğu ile ilişkilerimiz, İran, İsrail, Mısır, Kuzey Afrika ülkeleri de dahil… Bu pragmatik anlayışla gerçekleşti.

Türkiye bir Avrupa ülkesi olduğu kadar aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesidir, ama bir Arap ülkesi değildir. Türkiye Ortadoğu ülkeleri ile bir mezhep ve dil şemsiyesi altında bulunmuyor. Ayrıca Arap Ligi gibi aynı siyasi şemsiye altında da değil. Müslümanlık muhakkak ki güçlü bir kültür bağı oluşturuyor. Ne var ki Ortadoğu’da yaşanan keskin mezhep rekabetleri bu kültür bağını bir dayanışma unsuru olmaktan çıkardı. 

Son olarak gündemde Suudi Arabistan-İran gerginliği var. Türkiye biraz gecikmeli de olsa arabulucu olma teklifinde bulundu.

Hiçbir etkisi olamaz. Türkiye Suudilerin önerdiği İslam İttifakı’nın bir parçası olmayı kabul ederek tarafsızlığını baştan kaybetmiş oldu. Ne Arap, ne de Pers olan Türkiye bu çekişmelerin içine girmemeli. Türkiye’nin İran-Irak Savaşı dönemindeki gibi aktif tarafsızlık politikasına geri dönmesi gerekir. Özal döneminde iki tarafa silah yollamayan, kendi ülkesinden de silah gitmesine müsaade etmeyen bir politikayla bu savaşın dışında kalmıştı.

Anahtar kelime tarafsızlık diyebilir miyiz o halde?

Anahtar pragmatizmde. Dış politikanın uygulanmasında ve oluşturulmasında akılcı ve duygusallıktan, ideolojiden uzak bir politika izlemek, mümkün olduğunca diğer devletlerin iç işlerine ve kendi aralarındaki ihtilaflara karışmamak, taraf olmaya mecbur kaldığınız durumlarda ise süreci çok dikkatli yönetmek gerekir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelmesi yönünde atılan adımları Türkiye adına yine “nehrin suyunu bulmasını” sağlayan bir gelişme sayabilir miyiz?

Konuya tersten bakacak olursak, nehir yolunu bulursa ilişkilerin düzeleceğine inanıyorum.

İsrail ile Türkiye arasındaki en büyük sorun karşılıklı güvensizlik. Önce güvensizliğin onarılabilmesi lazım. Bu, şu an için mümkün değil. Birincisi, İsrail’in Filistin’e yönelik tutumu ve İsrail’in güvenlik sendromu içinde yaşayan bir ülke olması dolayısıyla. Çünkü İsrail Filistin üzerindeki baskısını devam ettirme mecburiyetinde hissediyor. Bunun haklı sebepleri de olabilir. Ama donmuş ihtilaflardan bir tanesidir. Sıcak ama çözümlenmeyecek bir ihtilaf.

İsrail’le güven iklimini sağlayamamanın ikinci bir sebebi de Filistin meselesinin Türkiye’de sırf bir dış politika değil bir iç politika konusu olması. Türkiye’de büyük bir kitle İsrail-Filistin meselesinde İsrail’i sorumlu buluyor. Yapması gerekenleri yapmaması, yapmaması gerekenleri ise yapması nedeniyle. İsrail-Filistin meselesinden kaynaklı güvensizlik, hükümetler arası ilişkilerin düzelmesine olanak vermiyor. Ama bu diplomatik ilişkiler kurulmayacak anlamına gelmiyor, gelmemeli. Diplomatik ilişkilerin olması muhakkak sorunsuz ilişkiler içinde olunmasını gerektirmiyor. Diplomatik ilişki kurulursa, ikili ilişkilerin gelişmesi için alanın açılması sağlanacaktır. Türkiye ile İsrail ortak güvenlik kaygıları olan konularda görüşmek üzere güvenlik konusunda bir kanal açabilirler. Türkiye, Filistin konusundaki kaygılarını daha rahat ifade edebilme imkânı bulacaktır.

Bence bugün Ortadoğu’da yaşanan sorunların anası dediğimiz Filistin sorunu, aynı zamanda Ortadoğu’nun çöküşünde de önemli bir rol oynuyor. Bu sorunun çözümünde Türkiye’nin etkili olabilmesinin yolu İsrail ile arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasından geçiyor. Bu yöndeki gayretlerin devam etmesi lazım.

2016’da izlememiz gereken bir diğer konu da Kıbrıs. Bu konuda umutlu musunuz?

Türkiye’nin şu sırada stratejik hedeflerinin belli olmadığını yukarıda söyledim. Birçok sorun arasında bu sorunun cımbızla çekilir gibi sonuçlanmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir kere Kıbrıs sorunsalında en temel unsur Londra ve Zürih anlaşmalarının sağladığı güvenlik garantileridir. Rum-Yunan cephesinde gördüğüm eğilim, örneğin Garantör ülke Yunanistan’ın yeni Başbakanı Çipras bir süre önce bu anlaşmaları uygulamayacağını söyledi. Londra ve Zürih Anlaşmaları tüm AB ülkelerinin parlamentolarınca onaylamış ve BM’ye tescil ettirilmiş olan ve devletler hukukunda en yüksek mertebede yer alan hukuk belgeleridir. Yunanistan uygulamasa bile geçerliliği ortadan kalkmaz.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki bu güvensizlik ortamı içinde, garantörlük anlaşmasındaki haklarından feragat edeceğini zannetmiyorum. Ama iki toplumun liderleri arasında bu tür görüşmeler devam etmeli. Toplumlar arası da diyaloğun sürmesi halklar arasında güven ikliminin yeniden canlanması açısından son derece önemli.

 

RUSYA İLE UÇAK DÜŞÜRME OLAYINI NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?

Türkiye’nin bu konuda haklı olduğu şüphesiz. Ancak haklılık ve haksızlık bir yerden sonra göreceli hale geliyor. Ödenen bedellere bakmak lazım. Kazanımları karşılıyor mu karşılamıyor mu? Rusya’nın amacı Türkiye’yi Finlandize etmekti. Rusya süper güç olmak isteyen ve komşuları üzerinde hegemonya kurmak isteyen bir devlet. Rusya’nın tüm askeri gücüyle Suriye’ye yerleşmesi Türkiye’yi şimdi kıskaç altında bıraktı.  Türkiye Rusya ile hem kuzeyden hem güneyden komşu olmuş durumda. Karadeniz’deki bütün işbirliği imkânları birer birer yok oluyor. Rusya’nın bir daha gitmemek üzere Doğu Akdeniz’e yerleşmesi, üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin denizlerde ve havada, hatta karadaki hareket kapasitesini ciddi oranda kısıtlıyor. Bu nehir şimdi her zamankinden daha fazla batıya doğru akmak zorunda.