Batı’yla IŞİD arasında sıkışmış Türkiye

Bu hafta konuğumuz Süleyman Şah Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Maya Arakon. Kendisi terörizm ve güvenlik alanında çalışmalarıyla tanınıyor. Kürt sorununu bölgenin içinden yaptığı gözlemlerle araştırmalarına yansıtan çalışmaları sebebiyle çoğu zaman tepkilerle mücadele etmek durumunda kalan bir akademisyen. Kendisiyle Türkiye’nin sınır komşularının yeniden belirlendiği şu günlerde, iç ve dış güvenliğe ilişkin sorunları, IŞİD, Kobani ve çözüm sürecini konuştuk. 11 Eylül’den bu yana terörizm tehdidine dair birçok konuyu masaya yatırdık. İşte Beyoğlu Fransız Kültür’de gerçekleştirdiğimiz sohbetimizden başlıklar...

Selin NASİ Söyleşi
26 Kasım 2014 Çarşamba

Terörü nasıl tanımlayabiliriz?

Teröre bir sebep değil bir sonuç olarak bakılmalı. Öncelikle ulusal terör ve uluslararası terör ayırımı yapmakta yarar var. Açıkçası, ‘terör’ ve ‘terörist’ kelimelerini kullanmaktan genelde çekinirim. Çünkü kime, nerede, hangi konjonktürde terörist dediğiniz çok önemli. Örneğin, Filistin Kurtuluş Örgütü de eskiden terör örgütüydü. Yaser Arafat da terörist olarak nitelendiriliyordu. Daha sonra konjonktürün değişmesiyle bir devlet adamı kimliğiyle kabul görüp, hayata öyle veda etti. Bir tarafın terörist olarak nitelediği bir hareketi, diğer taraf direniş hareketi olarak tanımlayabilir. Yine örnek vermek gerekirse, PKK terör örgütü olarak tanınıyor Türkiye’de. Açılımına baktığımızda Kürdistan İşçi Partisi.

 Şiddet kullanımının amacına değinebilirsek...

Eğer, ETA, IRA ve PKK gibi örgütlerden bahsediyorsak şiddet kullanımı siyasal amaçlı. Siyasi kanallardan ifade bulamamış taleplere bir şekilde marjinalize olarak (radikalleşerek) devletten cevap almaya çalışması diyebiliriz.

Kürt sorunu alanında konuşacak olursak, PKK’nın kullandığı şiddet ve ortaya çıkan terör eylemleri -devlet terörünün de katıyorum buna- Kürt sorununun geniş çapta duyulmasına hizmet etti. Burada şiddet güzellemesi yapma amacında kesinlikle değilim, yanlış anlaşılmasın. Örgütlerin amaçları şiddet eylemleri vasıtasıyla siyasi hedeflerini olabildiğince geniş kitlelere duyurmak.

 Siyasi şiddet karşısında devletlerin ödün vermesi bir anlamda zayıflık da yaratmıyor mu? Uzlaşma için kriter ne olmalıdır?

Öncelikle taleplerin ne olduğunun konuşulması gerekir. Şiddetin durdurulabilmesi için bir şekilde adım atılarak müzakere masasına gelinmesi şart. Siyasi zemini ancak karşılıklı konuşarak açabilirsiniz. Belli noktalara kadar devletin kırmızı çizgileri vardır; belli noktalara kadar da örgün kırmızı çizgileri... Uzlaşmaya varılması ise uzun soluklu bir süreci beraberinde getirir. En zoru başlangıç için adamın atılması, sorunun tespit edilmesidir.

Örneğin, İngiltere ile IRA arasındaki görüşmeler 1983’e kadar uzanır. 1998’de ‘Hayırlı Cuma’ anlaşması imzalandı. Silahların bırakılması ise 2005’e kadar sürdü. 2007’de ise Kuzey İrlanda parlamentosunda ortak hükümet kuruldu.

Şunu da belirtmek gerekir ki müzakere süreçlerinde en kritik unsur, taraflar arası güvenin sağlanmasıdır...

 11 Eylül saldırıları terörizmin küresel bir tehdit olarak kabul edilmesinde bir dönüm noktası oldu. Teröre karşı uzun soluklu savaş ilan edildi. Bugün gelinen noktaya bakarsak dünyanın daha güvenli bir yer olduğunu söyleyebilir miyiz?

Tam tersi oldu diyebiliriz. Geriye dönüp bakarsak,11 Eylül olaylarını din güdümlü bir saldırı olarak nitelemek hata olur. Sorunun özünde sömürge geçmişi olan üçüncü dünya ülkelerindeki sosyal ve ekonomik gerilik, gelir dağılımı eşitsizliği yatıyor. Mevcut hoşnutsuzluktan radikal dinci grupların beslenmesi ve örgütlenmesi söz konusu.

Ekonomik anlamda sömürüldüğünü hisseden veya geri kaldığını düşünen üçüncü dünyanın Batı’ya duyduğu öfkenin beslenebileceği ideolojik zemin oluşmuştur. Ki El Kaide ve IŞİD gerçekten buradan beslenen iki örgüttür.

Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir toplantıda “Avrupa’dan IŞİD’e yüksek oranlardaki katılımı nasıl yorumladığımı” sordular.

Öncelikle Avrupa’da büyük bir işsizlik ve ekonomik gerileme söz konusu. Bir diğer etken de, ikinci kuşak göçmen ailelerin çocuklarının ekonomik ve sosyolojik anlamda entegrasyon sorunu. Kendilerinin Batılı eşitleriyle aynı imkanlara sahip olmadıklarını düşünüyorlar. Bu ezilmişliğin doğurduğu nefreti Paris’te 2005’teki sokak gösterilerinde yaşamıştık hatırlarsanız.

 Radikal İslamcı örgütler ‘Cihat’ hedefine ulaşmak için neden teröre başvurmayı seçiyor?

Buradaki terör Allah adına yapıldığı zaman meşru bir araç haline dönüşüyor. Terörün dini olmaz. Masum insanların öldürülmesi İslam’da yeri olmayan bir şey ve varmış gibi gösteriliyor. IŞİD’e giden insanların İslam’ı çok iyi bildiklerini de zannetmiyorum. Yani günümüzün en büyük sorunlarından biri dinin araçsallaştırılması; İslam’ın bu örgütler tarafından araçsallaştırılması. Ve bunun da Batı tarafından sonuna kadar kullanılması. “Bakın, görüyor musunuz İslam budur” anlayışından hareketle yükselen çok büyük bir ırkçılık, antisemitizm ve İslamofobi var.

 Geçtiğimiz yazdan bu yana herkes İslam Devleti’ni merak ediyor ve konuşuyor İdeolojik duruşa bağlı birçok isim veriliyor: ISIS, ISİL, vs. En son DAİŞ oldu. Kısaca İD bugüne kadarki terör örgütlerinden nasıl ayrılıyor?

Aslında isimlendirmek önemli çünkü bir terimi ilk kez duyduğunuzda irkilirsiniz ancak duydukça alışırsınız. Terör örgütünü devlet olarak nitelendirmek ona siyasal bir zemin kazandırıyor. Önce terim çıkar, sonra içi doldurulur. bu tehlikeli bir şey.

Uluslararası terör örgütlerin hücresel yapılanmasına baktığınızda ülkeler arasında farklılıklar gösteriyor. Örneğin, Mısır El Kaidesi, Afganistan El Kaidesi gibi farklı ülkelerde örgütün farklı yapılandırmaları var... Ve hücrelere bağlı üyeler birbirlerini tanımaz. Terörle mücadele o anlamda daha zordur. Çünkü bir yerde bitirirsiniz, başka bir yerde başlar.

Örnek vermek gerekirse, Yemen’de Arap Baharı döneminden itibaren El Kaide müthiş güçlendi. Ancak Yemen aynı zamanda ABD’nin çok büyük bir müttefiki olduğu için de biz Yemen’deki El Kaide katliamlarını çok az duyabildik. Gözler daha çok Mısır’a çevrilmişti. Yemen’de inanılmaz katliamlar oldu. El Kaide birkaç şehri ele geçirdi. Hiç kimse bundan bahsetmedi.

Dolayısıyla uluslararası terörün hem tespit edilmesi, hem takip edilmesi hem de bitirilmesi zor. Kuzey Afrika’da El Kaide geriliyor diye seviniyoruz, diğer tarafta Mali’de örneğin inanılmaz şiddet uygulamıştı. Sonra bir anda Boko Haram ortaya çıktı. Daha altı ay önce ismi olmayan örgütler birbirleriyle lojistik ve ideolojik bağlantı kurarak mantar gibi türüyor.

 El Kaide’nin nihilist çizgisiyle kıyaslarsak IŞİD örgüt olarak nasıl ayrılıyor? Ne vaat ediyor?

Açıkçası bugün geldiğimiz noktada IŞİD’in ne anlama geldiğini, ne vaat ettiğini hiç kimse önemsemiyor. Buradaki gidişat daha dikkat çekici. Adamların derdi Ortadoğu’da bir İslam Devleti birliği kurmak. Bunun elbette olur yanı yok ama neden Ortadoğu’da gerçekleşiyor düşünmek lazım. Irak işgalinden sonra o kadar büyük bir mezhepsel çalkantıya girdi ki bölge… IŞİD tarafında savaşan cihatçıların büyük bir kısmı Saddam’ın dağılan ordusunun askerleri. Bir yere girerken orayı dağıtıyorsunuz ama dağılanların nereye gideceğini bilemiyorsunuz. Amerika’ya karşı duyulan antipati bir noktadan sonra IŞİD’e desteğe dönüşüyor.

 Peki, IŞİD nasıl oluyor da bu kadar kısa sürede ilerledi ve dünyanın bir numaralı tehdidi haline geldi?

Bildiğiniz gibi günümüzde artık savaşlar değişti... Eskisi gibi ülkeler arası savaşlar kalmadı. Fetih dönemleri bitti. Ancak silah ticaretinin de bir şekilde çarkını döndürmesi gerek. Üretilen füzeler bir yerde kullanılacak. O yüzden Afrika’da iç savaşlar asla bitmiyor. O yüzden Ortadoğu asla durulamıyor. Baktığınız zaman Amerika kıtasına yakın hiçbir yerde sıcak savaş yok.

 Yakın zamanda İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu “Hamas ile İD aynıdır” demişti. Diğer yanda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın PKK ile IŞİD’i eş değer tutan beyanatları oldu. Nasıl yorumluyorsunuz?

Devletlerin belirgin bir düşman imgesi dış politika için kullanışlı kabul edilir. Mesela ABD Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği üzerinden iç politikasını “Aman güçlü olalım, bölünmeyelim” mesajı vererek dizayn etti.  Amaç dışarıdaki düşman tehdidiyle iç politikayı şekillendirmektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘IŞİD PKK’dır demesi iki noktayı ortaya koyuyor. Birincisi barış sürecinin hiç bir suretle içselleştirilmemiş olduğunu ve PKK’nın burada bir Kürt vatandaş için ne ifade ettiğinin anlaşılmadığını gösteriyor. İki, dışarıdaki bir terör örgütünün içeride yarattığı korku, belki de eskisi gibi korkulmayan bir başka örgütle eş tutularak içerideki milliyetçi duygular mobilize ediliyor.

Netanyahu’nun yaptığı da bunun bir başka benzeridir. Kendi siyasal pozisyonunu korumak için dışarıdaki bir korku unsurunu içerideki bir başka korku unsuruyla benzeştiriyor. Böylelikle içerideki konumunu konsolide etmiş oluyor.

 Türkiye sınırlarında uzun yıllar sürecek bir savaşla karşı karşıya. Üstelik bu savaşın sonunda kimlerle komşu olacağımız da muğlak. Türkiye’nin İD’le komşu olması nasıl sonuçlar doğurabilir? Türkiye hazırlıklı mı?

Hazırlıklı olsa iki milyon Suriyeli ülkeye girer miydi? Şimdi çoğu dilenci olarak sokaklarda yaşıyor. Türkiye’nin öncelikle bir göçmen politikası yok. Tabi ki kapıları açacaktı. Buna itiraz etmek mümkün değil insani açıdan. Ancak mültecilerin yerleştirilmesi sürecinde belli bir yöntem izlenmesi gerekirdi. Birleşmiş Milletler’in bu iş için ayrılmış fonları var. Ülkeye kabul ettiğiniz kitlelerin sayılarını bilmeli, istatistiklerine hakim olmalısınız. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan, işi olmayan bu insanları gerekli  kontrol mekanizmaları olmadan ülkeye kabul ettiğinizde suç oranlarının tırmanışının da önünü kesemezsiniz.

Başka türlü iddialar da var. Örneğin, IŞİD militanlarının gelip Hatay’da, Adana’da tedavi olup geri döndükleri gibi... İddialara bakılırsa bizim güney sınırımız besbelli kevgire dönmüş. Dolayısıyla bir gazeteci arkadaşım daha mart ayında bana şöyle demişti: “İstedikleri anda Türkiye’nin büyük illerinde büyük saldırılar düzenleyecek kadar içeride gezebiliyorlar.”

 Suriye ve Irak’ta İD’e karşı mücadele sürerken İD’e sempati duyan bir kitlenin varlığı Türkiye’nin iç güvenliği açısından bir kırılganlık yaratmıyor mu?

Çok büyük bir kırılganlık ve tehlike yaratıyor. Müslüman zeminde kendisini IŞİD’e yakın hisseden birçok kesim var. IŞİD’in Batı’yla ve ABD ile mücadelesinde de kendisine rol biçen kesimler var. Özellikle izlediğiniz zaman son beş senede Türkiye’nin AB üyeliğine destek ciddi derecede gerilemiş durumda. ABD’ye yönelik tepkiler de olumlu değil. Dolayısıyla belli bir kesimin IŞİD’e verdiği destek kendilerine yakın buldukları birtakım ideolojik bazlarda temelleniyor.

 Söylediklerinizden bir kimlik sorunu olduğu sonucu çıkarabilir miyiz?

Var tabi. Ancak bahsettiğimiz kimlik sorununda Batı’nın da ciddi sorumluluğu olduğunu söylemeliyiz. Çünkü Türkiye’ye uzun yıllar aşağılayarak ve oryantalist bir bakış açısıyla yaklaştılar. Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın ‘Van Minüt’ çıkışında insanların bu kadar mutlu olup sokaklara dökülmesinin arkasında, “Batı’ya nasıl kafa tuttuk? Nasıl had bildirdik?” hissiyatının payı vardı.

 Son olarak Kobani olayları üzerinden çözüm süreci konusunda neler söylemek istersiniz?

Çözüm süreci son derece hassas bir döneme girmiş durumda. Kobani olayları hükümetin gerçekten barış istediği yönündeki iradesine gölge düşürdü; bu konuda şüphe uyanmasına yol açtı. Samimiyet sorgulanıyor. PKK ile IŞİD’i eş tutan yaklaşıma toplumun çok çeşitli kesimlerinden tepkiler gösterildi. “Madem IŞİD kadar kötüler, o halde nasıl bu insanlarla oturup konuşuyordunuz” diye.

Gelişmeler ışığında gidişat olumlu görünmüyor. Bir yol haritasından bahsediliyor, pazarlıklar sürüyor ancak konuşulanların içeriği tam olarak bilinmiyor.

Benim önerim, görüşmelerin şu aşamada uluslararası hale getirilmesidir. Biliyorsunuz, Kuzey İrlanda sorununun çözülmesinde Başkan Bill Clinton ve ABD’li Demokrat Senatör George Mitchell aracılık ettiler. Ben Kürt barış görüşmelerine uluslararası bir boyut kazandırılmasının sürecin tek garantisi olduğunu düşünüyorum. Aracı değilse de hiç değilse gözlemci olarak. Avrupa Konseyi veya AGİT’ten bir gözlemci gelebilir. Çünkü öyle bir noktaya geldik ki iki taraf da birbirine inanmıyor. Halk hiç kimseye inanmıyor. Süreç maalesef şeffaf değil. Son dönemde giderek artan faili meçhuller de endişe verici. Barış sürecinin çökmesi durumunda Türkiye’nin 90’lar benzeri siyasal kaosa girmesini Ortadoğu ve dünya konjonktürü bana göre taşıyamaz.

 

Dış politikaya yönelik eleştirileri bir yana bırakırsak, Türkiye’nin Ortadoğu’da IŞİD’le mücadelede hâlâ yapıcı olarak oynayabileceği bir rol var mı?

Bunun için Türkiye’nin Batı ile bir ortaklık ilişkisine girmesi gerekir. Türkiye buna pek gönüllü olmadığını her fırsatta gösteriyor. Kobani’ye güney koridoru açılması meselesinde de gördük. Gelişmeler ABD baskısı ile oldu. Ortadoğu’ya lider ülke olma hedefleri mümkün değil bu saatten sonra, çünkü bölge halkının gözünde Türkiye çok ciddi kredi kaybetmiş durumda. Türkiye gerçekten çok sıkıştı. Batı’yla tam anlamıyla işbirliği yapsa sınırının içindeki IŞİD’le nasıl mücadele edecek? Bugün Fatih’de bile IŞİD gerçeği var önümüzde. Türkiye’yi çok ciddi bir şiddet sarmalına sokabilir.

İşbirliği yapmazsa, bu sefer Batı’yla ilişkileri gözden çıkarması gerekecek ki ben bunu da mümkün görmüyorum.